BİR DENİZ FENERİ OLMAK

Posted: 16 Haziran 2008 Pazartesi by bülent usta in
0

Uzunca bir süre, bir deniz fenerinde bekçi olabilmeyi hayal etmişimdir. Bütün gün, deniz fenerinden denizi, martıları, doğan ve batan güneşi izlemek, bu arada geç kalma ve hiçbir şeye yetişmek zorunda kalmadan rahatça kitap okuyabilmek, yazı yazabilmek... Bir edebiyatçı için, çok hoş bir meslek olsa gerek deniz feneri bekçiliği. Bir yandan çayını demlersin, çiçek yetiştirirsin, deniz kenarında olacağın için balık tutarsın. İçi kitaplarla dolu küçük bir daire... Bir de yanında sevgilin varsa, tamamdır artık.

Üç kulaklı bir kedi olan İvam, benim bu tür hayaller kurmama itiraz ederdi hep. “Sıkılırsın” derdi, “şimdi şehrin kalabalığından ve telaşından bunaldığı için böyle hayaller kuruyorsun.”
Ertuğ Uçar’ın Alef Yayınevi’nden çıkan öykü kitabı ‘Yalnızlığın 17 Türü’nü okuyordum bu duyguyla. Ertuğ Uçar, deniz fenerlerini ve bekçilerini yazmıştı bu defa. 17 deniz feneri ve birbirinden farklı 17 yalnızlık, 17 öyküde anlatılmış kitapta. Önceki kitabı ‘Rüya Arızaları’nı, bir rüya meraklısı olarak çok sevmiştim. Bu kitabında, yine kendisine ait deniz feneri çizimlerinin bulunması da kitabın bir başka hoşluğu.

Kitabı, bir deniz fenerinde ya da deniz feneri manzarası olan bir yerde okumak istediğini duydum birden. Kitap şu cümleyle başlıyordu çünkü: “Kuleden görünenler, gözlerin; kulenin içi, bedenindir.” Deniz fenerine dönüşmek, bir deniz feneri gibi düşünmek, onun yalnızlığıyla konuşmak... İvam’ın da benimle birlikte dışarı çıkması, bir deniz feneriyle karşılaşma olasılığımı artıracak diye düşündüm. Çünkü o sihirli bir kediydi ve bana düşler dünyasında eşlik ederek, düşlerle gerçeklerin arasındaki sınırları kaldırmamda yardımcı olabilirdi, eğer isterse tabii.

“Bir deniz feneri bulmalıyız” dedim İvam’a. İvam, bu sözüme gülerek karşılık verdi “Böyle söyleyeceğini tahmin ediyordum. Okuduğun ve beğendiğin kitapların içinde öyle bir kayboluyorsun ki benim sihir yapmama gerek kalmıyor çoğu zaman. Aslında canım biraz sıkkın. Tuhaf şeyler duyuyorum hep. Hani şu savaş, tersanelerdeki işçi ölümleri, cinnet geçirenler... Toplumdaki huzursuzluk ve sıkışma artmış durumda. Tüm bunlar olurken, senin bir kitabın peşine takılıp deniz feneri araman bana tuhaf geldi açıkçası.”

“İvam, belki de herkesin bir deniz feneri bulup, o deniz fenerinden kendisine ve hayata bakması gerekiyordur. Belki, bulunduğumuz yerden görmemiz gerekenleri yeterince göremiyoruzdur. Kitaplar da zaten bu işe yaramıyor mu?”

İvam, bir an düşünüp, sonra aniden üzerime sıçrayarak sevinç içinde haykırdı: “Benim bildiğim bir deniz feneri var. Hem o fenerin bekçisi, bizi misafir de edebilir. Durmaksızın kitap okuyan bir ihtiyar. Ama biraz keçileri kaçırmış galiba. Deniz fenerinin hareket ettiğini, içinde yaşadığı o deniz feneriyle dünyayı gezdiğini iddia ediyor.”

İvam’ın beni götürdüğü deniz feneri alelade bir yapıydı. Bahsettiği ihtiyar bekçiyi de içeride otururken bulduk. Oturduğu koltuk mu onun şeklini almış, o mu koltuğun, belli olmuyordu pek. Sanki fenerin penceresinden dışarıya bakarken birden donuvermişti. Sonra birden konuştuğunu duyduk: “Hayat boşa mı geçiyor acaba? Diğer deniz feneri bekçileri gibi, denize bakınca sadece denizi görebilmeyi çok isterdim. Ama ya kendimi, ya da başka insanların hayatlarını görüyorum hep. Küresel ısınma, savaşlar, açlıklar... Herkes kendisini kurtarma derdinde. Ama hep beraber bir uçuruma doğru giderken, kim kendisini kurtarabilir ki.”

İhtiyar adam konuştukça, deniz feneri bana da hareket ediyormuş gibi gelmişti bir an.
“İnsan, kendi bedeninden nasıl dışarı çıkamazsa, ben de bu fenerin dışına adım atamıyorum yıllardır. Dışarı çıkmak istesem de çıkamıyorum bir türlü. Üstelik bu fener, özellikle geceleri hareket ediyor. Her gün, bir sürü şeye tanık olmak zorunda kalıyorum, hiçbir şey yapamadan. Yapabildiğim tek şey, feneri yakmak. Ve bu fenerin ışığının birgün birileri tarafından görülebileceğini ummak.”

Bekçinin anlattığı şeylerin okuduğum kitapla bir ilgisi yoktu. Bu fener, başka bir fenerdi. Başka türlübir yalnızlık. Belki yalnızlığın 18. türü... “Bu ışığı görünce ne olacak?” diye sorarak, ihtiyar adamın oyununa katılmaktan kendimi alamadım.

“Ne mi olacak? Dedim ya, bu büyülü bir fener. Bu fenerin ışığını görenler, etraflarının aydınlandığını, gerçekte nasıl yaşadıklarını görecekler. Örneğin savaş alanındaki bir asker, silahını bırakıp bu fenerin gösterdiği yere doğru koşmaya başlayacak. Ya da fabrikadaki bir işçi, tarladaki bir köylü, sokakta uyuyan evsiz bir çocuk...”
“Nereye koşacak bu insanlar? Neresi var ki?”
“Bunu sen mi söylüyorsun? Binlerce insan ne diye öldü, niye cezaevlerinde çürüdü sanıyorsun. İşte o insanların, uğruna onca acıya katlandığı yere doğru koşacaklar.”
“Peki sen niye gitmiyorsun oraya?”
“Sen, bu deniz fenerinin gerçekte ne olduğunu anlamadın değil mi? Eğer ben oraya gidersem, bu fenerin ışığını kim yakacak? Ama bazen yılgınlığa düşmüyor değilim. Kimse bu ışığı görmüyor gibi geliyor bana. Öyle kalın bir sis tabakası var ki insanları kuşatan, o sisi aydınlatmak için fenerlerin çoğalması ve daha çok parlaması gerekiyor.”
“Nasıl daha çok parlayacak?”
“Okuyarak ve hayal ederek. Okumanın ve hayal kurmanın azaldığı toplumlar, büyülü fenerleri göremezler hiçbir zaman. Göremedikleri için de, o kalın sis tabakası içinde huzursuz bir biçimde, birbirlerinden korkarak dolanıp dururlar.”

İhtiyar adam, tekrar kendi derin sessizliğe dönüvermişti bu sözlerden sonra. İvam’la mecburen dışarı çıkmıştık. Gerçekten hareket ediyor muydu bu fener? Ya da ihtiyar bana bunu anlatırken başka bir şey mi anlatmak istemişti? Tekrar geri dönüp ona sorular sormayı düşünüyordum ki, biraz evvel içinde olduğumuz fenerin yerinde yeller estiğini fark ettim.

Bülent Usta (Birgün, 5 Mart 2008)

0 yorum: