BOŞ BİR TABANCA

Posted: 16 Haziran 2008 Pazartesi by bülent usta in
0

Güz yağmurlarıyla ıslanırken şehir, içi boş bir tabanca gibi hissediyorum kendimi masamın başında. Tetiğe asıldıkça sadece "tık" sesi gelen bir tabanca... Tek bir sözcük dökülmüyor önümdeki kâğıda. Bir şey beni yazmaktan alıkoyuyor.

"Bir savaş karşıtı olarak, kendini tabancadan başka bir şeye benzetemedin mi? Bir de yazar olacaksın." Üç kulaklı kedi İvam, balkondan içeri süzülerek yanıma geldi. "0 kadar çok savaş çığırtkanlığı yapılıyor ki, ister istemez imge dünyamı etkiliyor bu durum" diye gülerek İvam'ı kucağıma aldım. Böyle anlarda her zaman yardımıma koşardı.

"Fena ıslanmışsın." "Merak etme, çok durmayacağım. Biraz ısınıp yağmur dinince gideceğim. Neden kendini boş bir tabanca gibi hissediyorsun? Dur, tahmin edeyim: Sen şimdi Mehmed Uzun'un romanları hakkında yazmayı planlıyordun. Ama şöyle bir hisse kapıldın: Yazınca ne olacak? Yazıyoruz, ne oluyor? Bugüne kadar savaş karşıtı binlerce kitap yazıldı, film çekildi de ne oldu diye bir umutsuzluk seni boş bir tabancaya çevirdi, öyle değil mi? Ama umutsuzluk da, en az umut kadar sahte bir şeydir."

"Bu sözü, bir romanda da duydum İvam. Philippe Djan'ın "Betty Blue" adlı romanında. Şöyle yazıyordu orada: "Ve bundan sonra insana sadece ümitsizliğin kaldığına inanmak, bir kere daha yanılmaktır. Çünkü ümitsizlik de bir yanılsamadır." Bu müdahalemden biraz bozulmuştu İvam. "Bir doğruyu, pek çok kişi, pek çok dilde söylemiş olabilir. Önemli olan söylenen şeyin gerçekliği."

"Seni bu gece yine filozoflaşmış gördüm İvam." "Benim de canımı sıkıyor Türkiye'nin bulunduğu bu ortam. Kan ve gözyaşı üzerinden siyaset yapmak kolay olduğu kadar tehlikeli de. Özellikle savaş çığırtkanlığı yapan, haber bültenlerini kan ve gözyaşıyla süsleyerek halkı galeyana getirmekten çekinmeyen medyanın bir kısmının hali beni çok ürkütüyor. Neredeyse yurt çapında seferberlik ilan edildi. Pencerelerden, balkonlardan bayraklar sallandırılıyor. Malatya'da birileri yine linç etmeye kalkışmış. Bursa'da liseli kız öğrenciler, askere gitmek için dilekçe vermiş okul müdürlerinin eşliğinde, bu galeyandan etkilenip. Eğer, siyasiler ve medya gerilimi bu şekilde tırmandırmaya devam ederlerse, bunun vebalini nasıl ödeyecekler? Maraş, Çorum katliamlarını hatırlar mısın bilmiyorum. İnanılmaz derecede korkunç olaylardı."

"Bak gördün mü, sen de umutsuzluğa kapılmışsın İvam." "Mesele umutsuzluğa kapılmak değil. Türkiye'de insanlar uzun yıllardır türlü kışkırtmalara maruz kaldı. Laik-antilaik, AB taraftarı-AB karşıtı gibi ikiliklerin içerisine hapsedilerek oyalandı. Zaten yoksul ve kültürel üretimlerden uzak, televizyona bağımlı şizoid bir yaşam sürüyordu insanlar. Bir şeylerden nefret etmeleri gerekiyor, bu şartlar altında yaşamaları için. Umudu ve nefreti kendi dışlarında bulmak istiyor insanlar."

"Nefret denilince aklıma hep Arno Gruen gelir İvam. Gruen'in kitaplarının Türkçede bulunması, bizim gibi otoriter bir toplum için büyük şans. Adorno, otoriter toplumu tanımlarken, hükmetmeye ve hükmedilme-ye müsait bir toplum der, kendi yaşadığı Alman toplumuna bakarak. Çocuk yetiştirmeden başlayarak, tüm kültürel yapının bu şekilde oluştuğunu ve Hitler'in böyle bir kültürün ürünü olduğunu söyler.

Sen, liseli kızların askere gitmek için dilekçe verdiğini söyledin ya. Bence öğretmenlerin ve yöneticilerin de içinde bulunduğu, hatta ailelerin de destek olduğu bir kampanya bu. Öğrencilerin yetiştiği ortam, böyle militarize bir ortam işte. Ders kitaplarından okul düzenine kadar her şey, otoriter bir yapı içinde şekilleniyor. Kendilerini, kitaplarda okudukları Kurtuluş Savaşı heyecanına kaptırabiliyor bu çocuklar.

Zaten birileri de televizyonlardan, gazetelerden Kurtuluş Savaşı şartlarının oluştuğuna dair uzun zamandır teori üretmekle meşguldü. İşte o teorilerin uygulanma zamanı geldi. Gruen, terör ve savaş, nefret ve tehdit yüklü dünyamızı barışa taşıyabilmek, özgürlük ve adaleti öncelikle kendi içimizde geçerli kılmakla mümkün olabilir, diyordu bir yerde. Ötekileştirdiğimiz kişilere duyduğumuz nefretin kökeninde, kendimize karşı duyduğumuz nefretin bulunduğunu gösteriyordu, tıpkı Adorno gibi, yaşadığı Alman toplumuna bakarak.

Başka türlü savaşın ve terörün üstesinden gelemeyiz. Eğer insanların, başka insanlara neden acı çektirip, onları neden aşağıladıklarını anlamak istiyorsak, önce kendi içimizde yer alan, tiksindiğimiz şeylerle uğraşmalıyız. İçimizdeki bu parçayı, bize onu hatırlatan yabancıyı yok ederek susturabileceğimiz yanılsamasını yaşamanın bedeli gerçekten korkunç."

"Senin bu Arno Gruen takıntını anlayabiliyorum" dedi İvam. "Ama Arno Gruen'in önerilerini uygulayabilmemiz için, önce birey olmamız ya da bunu arzulamamız gerekiyor. Türkiye'de olduğu gibi, otoriter toplumlarda, insanlar birey gibi davranamazlar. Eğer bir birey gibi davranabilseydi insanlar, birey oluşlarının önündeki engeller, eğitim sisteminden başlayarak ortadan kaldırılabilseysi, zaten militarizmin de önüne geçilebilirdi."

"Mehmed Uzun, bir yazısında şöyle yakınıyor romancı cesaretiyle: 'Hayatım bu vahşi, bu saldırgan totalitarizm içinde geçti; bir yandan muhalif seslere izin vermeyen, herkesi zor yoluyla kendi resmi ideolojisine inandırmaya çalışan devlet totalitarizmi, öte yandan da demokrasi ve uygarlıktan çok uzak Kürt hareketlerinin totaliter ideolojisi...' Biliyor musun İvam, Mehmed Uzun gibi birey olabilmiş insanlar bu toplumda çoğalmadıkça, başımıza daha çok iş gelecek. Sanatın ve edebiyatın, toplumumuzdaki en büyük fonksiyonlarından birisi de, insanların birey olma süreçlerine etkide bulunabilmesi. Ama ne yazık ki, bazı edebiyatçılarımız ve sanatçılarımız, militarist söylemleriyle boy gösteriyorlar. Sanırım, biz onları yıllardır yanlış tanımışız. Aslında onlar ne solcu, ne de bir birey olamamışlar. Sadece esen rüzgâra göre hareket etmişler. İşte bu yanılsama ağır geliyor insana."

İvam, şöyle bir baktı bana. "Şimdi anladım, kendini neden boş bir tabancaya benzettiğini. İçine kurşun değil, kurşun kalem doldur o tabancanın ve yazmaya başla..."

Bülent Usta (Birgün, 24 Ekim 2007)

0 yorum: