SIZINTI

Posted: 16 Haziran 2008 Pazartesi by bülent usta in
0

Oturmuş pencereden güneşin doğuşunu izliyorum... Doğaüstü bir şeyler hissederim sanki böyle anlarda... Bilmem siz inanır mısınız doğaüstü şeylere... Örneğin masallara... Ben, bir masalı masalmış gibi okuyamam bir türlü. Sanki o yazılanların tümü olmuş gibi gelir bana. Hatta şu an pek çok yerde pek çok masalın yaşandığını da düşünürüm. Masallara inanmak, gelecek güzel günlere inanmak gibi bir şeydir çünkü. Masal mı, gelecek güzel günler? Derler ya “masal anlatma”, gerçeklerden bahset... Gerçek dedikleri de, “insan, insanın kurdudur” ideolojisinden başka bir şey değildir oysa. Ben, masallara inanırım. Ama aklıma hani şu Tanrı’ya değil de tarla kuşlarına inanan şair gelir böyle anlarda. Hayallerin, gerçeklerle yapıldığını bilecek kadar gerçekçi olduğum için inanırım masallara. O şair de buna inanmış olmalı ki, şiirle devrim yapmaya kalkışmıştı. İşte öyle doğaüstü bir an yaşıyordum güneş doğarken. Ama güneş, dağların denizlerin ardından değil, dağ gibi apartmanların ardından doğuyordu benim için. O doğdukça, apartmanlar dahil ne varsa uyanıyordu gizliden gizliye. Ama güneşin doğuşunda bir tuhaflık vardı. Daha bir parlaktı sanki güneş, daha bir yakın. Düşle gerçekliğin birbiri içinde eridiği bir anı yaratıyordu sanki güneş. Tam ben bunları düşünürken, açık olan pencereden bir çekirge girdi içeriye. Şehrin göbeğinde kocaman bir çekirge... Şaşkınlıkla çekirgeye yönelmiştim ki, o çekirgede bir tuhaflık olduğunu hissettim hemen. Sonra o çekirge, yavaş yavaş küçük bir kıza dönüşüvermesin mi, tıpkı masallardaki gibi.

“Ben Ofelia” dedi küçük kız. Yüzünde hüzünlü bir gülümseme vardı, ama bakışları gerçekten de tuhaftı. Her şeyi biliyormuş, her şeyi görüyormuş gibi bakıyordu bana. “Benim bu sabah buraya geleceğimi biliyordun değil mi” dedi, şaşkınlığıma anlam veremeyip. “Bilmem. Sence biliyor muydum?” “Evet, biliyordun. Siz insanlar, bazen bildiklerinizi unutabiliyorsunuz. Düşlerden uzak renksiz hayatınızı sürdürebilmek için unutmak işinize geliyor çünkü. Kolayına kaçıp her şeye alışıyor, kendinizi gerçek dediğiniz gerçeğe dönüşmüş büyük yalanlara teslim ederek teselli buluyorsunuz. Ama başka yerlerde bambaşka hayatlar yaşanıyor.” “Ben bir yazarım. Bu dediklerini elbette biliyorum. Bana bunu söylemek için mi geldin?” “Hayır. Sana şehrin görünmeyen duvarlarında büyük bir sızıntı olduğunu haber vermek için geldim.” “Ne demek istiyorsun Ofelia? Nasıl bir sızıntı bu?” “Kan gibi desem değil... Gözyaşı gibi desem değil... Tanımlanması zor bir sıvı, akıyor şehrin içine; hem kana, hem de gözyaşına benzeyen...”

Ne demek istediğini anlıyordum sanki. “Öyleyse vakit geldi diyorsun.” “Hayır... İnsanlar görmüyor bir türlü bu sızıntıyı... Duvarlar yıkılınca başlarına, kan ya da gözyaşına benzeyen o sıvı onları ağır ağır içine çekip nefes alamaz hale getirince fark edecekler her şeyi... Sokaklardaki insanların yüzlerini görmüyor musun? Yorgun, endişeli yüzlerinde gülmenin izlerinin yavaş yavaş silindiğini... Karamsarlığın kara bir bulut gibi yüzlerini örttüğünü.” “Görüyorum elbette. Neye güveneceklerini bilmiyorlar çünkü Ofelia. Nereye varacak bu ekonominin sonu? Ya bu savaş? AB hayalleriyle oyalanıyor insanlar. Tersanelerde işçiler ölüyor bir yandan. Taksim kabusunun izleri silinecek miydi kaldırımlardan? Daha doğmamış çocuğunu nasıl sigortalı yaptıracağını düşünüyor insanlar. Sırf farklı düşündükleri için linç korkusuyla yaşayanlar da var.”

Ofelia’nın adı bana çok tanıdık geliyordu. Guillermo del Toro’nun filmini anımsadım bir an. 2007 yapımı “El Laberinto del Fauno”, yani “Pan’ın Labirenti” adlı fantastik filmini. Ofelia, oradan geliyordu muhtemelen. 1944 faşist İspanyasında geçiyordu o film. 10 yaşında yetim bir kız olan Ofelia’nın annesi, diktatör Franco’nun yüzbaşılarından birisiyle evlenmiş ve o yüzbaşının peşinden, ormanlarla çevrili bir kasabaya taşınmışlardı. Ormanda anarşist çeteler vardı ve yüzbaşı işkence ve katliamlarla o çeteleri yok etmekle görevliydi. Üstelik Ofelia’nın annesi, o yüzbaşıdan hamileydi. Ofelia, kitap okumayı, özellikle peri masallarını okumayı seven bir kızdı ve birgün ormanda bir Pan, onunla temasa geçerek, ölmüş babasının periler dünyasındaki krallığına gidebileceğini, bunun için tıpkı masallardaki gibi bazı engelleri aşması gerektiğini anlatmıştı. Film, bir yandan gerçek dünyada faşistlerle halkın mücadelesini, bir yandan da bir masalın içinde iyilerle kötülerin mücadelesini aktarıyordu. Ne zaman gerçek dünyada işler kötüye gitse, masal dünyasında da işler kötüye gidiyordu. İzlediğim zaman beni çok etkilemişti bu film. Ve baş kahramanı Ofelia, bir çekirge görünümünde odama girip bana masal dünyasından haber veriyordu şimdi.

“Ofelia, sence ne yapmalıyız bu sızıntıyı önlemek için?” “Bir şehir, bu kadar korkuyu, acıyı ve umutsuzluğu daha fazla taşıyamaz içinde.” dedi ve sustu Ofelia. Gazetelerde her gün cinayet, tecavüz haberlerine daha çok rastlıyorduk artık. Şehrin görünmeyen duvarlarında gerçekten bir sızıntı olmalıydı. Yoksa Ofelia, ne diye kalkıp gelsindi ki, annesini ve babasını o peri masalında bırakıp. “O sızıntıyı önlemek, yine siz insanların işi. Biz masal ve roman kahramanları, sadece sizi uyarabiliriz. Ama sanırım, kötülükler prensinin insanları lanetleyen o kara büyüsünden kurtulmanız gerek. İnsanı, yaşadığı topluma ve doğaya karşı yabancılaştıran, iktidar ve güç hırsıyla yanıp tutuşturan o kara büyüyü def etmediğiniz sürece, o sızıntı gittikçe büyüyecek ve kana ya da gözyaşına benzeyen o sıvı sizi yutup karanlığa götürecek.”

Ofelia, daha fazla konuşmak ister gibiydi, ama güneş doğuşunu tamamlamadan gitmesi gerekiyordu. Bir çekirge olup penceremden güneşe doğru zıplarken, şehrin görünmeyen duvarlarından sızan o sıvıyı, kendi yüzümde de hissettim. Bir şeyler yapılmalıydı, hem de hemen...

Bülent Usta (Birgün, 14 Mayıs 2008)

0 yorum: