YÜRÜDÜKÇE…

Posted: 16 Haziran 2008 Pazartesi by bülent usta in
0

Yaz geldiği için sabahları erken kalkıp işe yürüyerek gitmeye başladım. Öyle ya, günde en az 4 km. yürümek gerekliymiş, sağlıklı yaşamak için. Aslında hiçbir zaman öyle sağlık meraklısı olmadım. Uzun yaşamaktan çok, anlamlı yaşamayı tercih etmişimdir hep. Bir ot gibi yaşadıktan sonra, uzun yaşamanın ne önemi var. Bu yüzden yürümeyi, sağlık için bir zorunluluk olarak değil de keyif alınacak hatta felsefesinin bile yapılabileceği bir eylem olarak tasarlamaya başlamıştım, ta ki David Le Breton’un Sel Yayıncılık’tan çıkan kitabı ‘Yürümeye Övgü’yle karşılaşana kadar. Le Breton’un, yürümenin felsefesini, başka felsefeciler, antropologlar ve edebiyatçılardan da faydalanarak zaten yapmış olduğunu gördüm. Ama sonuçta her yürüme, yürüyen kişiye ve amacına göre farklılıklar gösterecektir. Hatta her yürüyüş, yürüyen kişi aynı olsa bile, yürünülen mekâna ve zamana göre de farklılıklar gösterecektir.

Aslında bu övgü etiketli kitaplar her zaman ilgimi çekmiştir. Erasmus’un ‘Deliliğe Övgü’sü, Russel’ın ‘Aylaklığa Övgü’sü gibi... Bir tür manifesto niteliği taşır bu övgü kitapları. Çünkü genel kabul görmeyen bir şeyi, inadına överek insanların gündemine taşımak isterler. Delilik ya da aylaklık, biri akla karşı, diğeri kapitalizmin emek ilkesine karşı önemli itaatsizliklerdir örneğin ve daha çok özgürlükle birlikte anıldıkları ve yaşamı çoğalttıkları için de övgüyü hak ederler. Ama ne tür bir delilik ya da aylaklık? Çünkü ne delilikler birbirine benzer ne de aylaklıklar... Yürüyüşlerin de birbirine benzemediği gibi.

‘Yürümeye Övgü’nün de aylaklık ya da deliliğe benzer bir yanı var. Çünkü modern insan, otomobil ve benzeri ulaşım araçlarıyla birlikte, binlerce yıldır sürdürdüğü yürüme etkinliğinden soğumuş ve bir teoriye göre, binlerce yıl sonra fiziksel olarak da yürümekten kurtulacağı evrimsel bir aşamaya gelebilirmiş. Evet, hiç yürümeyeceğimiz bir dünya, sadece zihinsel aktivitelerle yaşamımızı sürdüreceğimiz bir hayat, eğer gelişmeler böyle devam ederse çok mümkün. Hastalanan, acı çeken, yaşlanan, ruhun bir tür kafesi olarak düşünülen bedenden kurtulmak isteyebilir mi insanlık, doğadan kurtulmak için elinden geleni yaptığı gibi. Yürüme bantları sadece bir başlangıç...

Sigara fabrikaları inşa edip, sonra da insanları sigaradan kurtarmak için nikotin sakızları ya da bantları üreten fabrikalar inşa eden bir uygarlıkta, yürümeyi engelleyecek her şeyi yaptıktan sonra, sağlıklı yaşam için yürümenin yerine ne koyacaklar acaba? Kolesterol ya da tansiyon haplarının kullanımının artmasında, az yürümenin de etkisi olduğu kesin.

Barthes, “yürümek belki de en sıradan, en basit -mitolojik açıdan- eylemdir. Her düş, her ideal imaj, her toplumsal promosyon önce ayakları ortadan kaldırır (portrede olsun, otomobilde olsun)” derken, aslında işaret ettiği şey, tam da bu yaşadığımız süreç değil miydi? Düşünsenize egemenler, aşağı gördükleri sınıfları ‘ayaktakımı’ diye nitelendirmezler mi? Ayak, başın zıttı yerde yer alan ve başın hükmünde olan bir organdır çünkü. Uygarlıkta yürümek değersizdir. Krallar, firavunlar, kölelerin taşıdığı tahtırevanlarla hareket eder. Yürüyeceklerse bile, önlerine hani ödül törenlerinde gördüğümüz kırmızı halı benzeri şeyler serilir.

Yürümenin siyasal anlamı üzerine düşünürken, Mao’nun gerçekleştirdiği o Büyük Yürüyüş aklıma geliyor. 9.600 km. boyunca yürüyen 100 bin kişiden 10 bini tamamlayabilmiş bu yürüyüşü. Ya da Zapatistaların ‘Zapatur 2001’ adını verdikleri uzun yürüyüşe ne demeli? 3.000 km. yürüdüler 2001’de ve Mexico City’e vardıklarında yüz binler karşıladı bu yürüyüşçüleri. Ya da Brezilya’daki Topraksızlar Hareketi’nin yürüyüşü...

Toplumsal hareketlerin, yürüyüşlerle doğup geliştiğine dair daha yüzlerce örnek gösterilebilir. Yürümenin bireysel ve toplumsal hallerinin temelinde ‘hareket’ yatıyor çünkü. Hareket etmeyen bireyin ya da toplumun, kendisini değiştirebilmesi imkânsız.

Ben binlerce kilo metre yol yürümüyorum. Ama her yürüyüşümde, tıpkı bisiklet kullandığım zamanlarda olduğu gibi, içimdeki sıkıntının azaldığını, bedenimle, yürüdüğüm yolla, karşılaştığım insan ve nesnelerle birlikte düşünmeye başladığımı görüyorum. Çünkü, Le Breton’un dediği gibi “yürüyüş dünyaya açılmaktır.” Eğer insan ayağa kalkıp iki ayağının üzerinde yürümeseydi ortaya ne kültür, ne de sanat çıkardı. Yürümenin böyle bir antropolojik gizi de var. Yani beyin, ayakların yürüyebilmesi sayesinde gelişmiş antropologlara göre.

Yolun sonu değil de, yolun kendisi önemlidir Le Breton için. Bu yüzden etrafını görmeden koşuşturarak hedefine ulaşmaya çalışan insanların gerçekte yürümediklerini düşünerek onlar için hüzünleniyorum ister istemez. Işınlanmak mümkün olsaydı, sokaklarda kimler dolaşırdı acaba? Kimi Avrupa şehirlerine gidenlerin en çok şaşırdığı şey, sokakların boş olması değil midir? Sokakların yaşamadığı bir kentin, yaşadığını söyleyebilir miyiz? Simitçileri, ayakkabı boyacılarını, işportacıları gün gelip nostaljik şehir hatıraları olarak anacağımız günler de uzak değil.

Her zaman bir yaya olmak isteyen ve öldürücü yürüyüşlere çıkan Rimbaud’nun, bir kent yürüyüşçüsü olan Baudlaire’in ya da yürüyerek felsefe yapılması gerektiğini söyleyen Nietzsche’nin mutlaka bildiği bir şey vardı.

Bülent Usta (Birgün, 11 Haziran 2008)

0 yorum: