SEMPRUN’UN UNUTAMAMASI

Posted: 25 Haziran 2008 Çarşamba by bülent usta in
0

Gerard de Cortanze’nin, Doruk Yayımcılık’tan çıkan Jorge Semprun adlı Fransızca yazan İspanyol romancı ve siyaset adamı hakkındaki ‘Hayat Yazısı’ adlı biyografi yapıtını okuyorum bugünlerde. Komünist bir militan ve yazar olan Semprun, Franco döneminde ülkesinden sürgün edilmiş ve sonra aynı ülkeye kültür bakanı olarak dönmüş birisi. Bu yüzden ayrıca ilgimi çekiyor kitap. Militan bir yazarın kültür bakanı olması, bir zamanlar kaçak yaşadığı bir ülkede bakan olarak dolaşması ve bu arada neler yaşadığı, neler düşündüğü ilgi çekmeyecek gibi değil. Ama tabii ki Avrupa’nın en gerilimli günlerinde siyasi mücadele içinde yer almış büyük bir romancı olması da onun kitabını farklı bir gözle okumama neden oldu.

Semprun, kitabın sonlarında yer alan bir söyleşisinde, “beni aydın olduğum için çağırıp sosyalist bir hükümette bakan yaptılar. Ama sonra bir aydın olarak değil de bakan olarak davranmamı ve düşünmemi istediler. Hem bir bakan hem de bir aydın olmak sanırım mümkün değil” diyordu Cortanze’ye. Semprun’un bu karamsar sözleri beni oldukça düşündürdü. Aydın birisi, bakan olamaz mıydı? Aydın demek, her zaman muhalif olmak anlamına mı geliyordu, tüm iktidarlara karşı? Türkiye’de de pek çok kültür bakanı, aydın kimliğiyle tanınıyordu ve bakan olmak ile aydın olmak gibi bir ikilemi belki onlar da yaşamak zorunda kalmıştır diye düşündüm. Onların ne tür psikolik bir süreç yaşadığını bilmiyorum ama böyle bir gerilimi yaşamış olmaları bana muhtemel geliyor.

Bir de o gerilimi hiçbir zaman yaşamayacak olan aydınlarımız olduğu da bir gerçek. Örneğin solcu diye tanıdığımız bir şairin bir yere genel müdür filan olunca değişmesi, bir zamanlar tükürdüğü şeyleri yalayıp mutlu olması, bize hiç şaşırtıcı gelmiyor. Ya da büyük gazetelerden birisine köşe yazarı olunca, aslında o güne kadar büyük fedakârlıklarla ürettiği her şeyin o makama ulaşmak için yapılmış olduğunu görmek. Bana tüm bunlar, olağan şeylermiş gibi geliyor, hatta bu aydınların, küçük şeyler için ödedikleri büyük bedellere bakarak onlar için üzülüyorum da. Sivas’ta yakılarak öldürülen Metin Altıok ya da Behçet Aysan gibi şair aydınlarımızın, yoksulluk ve mücadele içinde geçmiş hayatlarını düşününce, onları hiçbir zaman Metin Altıok’u andığımız gibi anmayacağımız için ödedikleri bedel gerçekten de ağır değil mi? Ama bu onların tercihi ve bu tercihleriyle tarihte yerlerini alacak olmaları, sadece onları ilgilendiren bir durum.

Bunu söylerken, aydınların her zaman horlanmasını, acılar çekmesini, bu sayede aydın olup yüceleceklerini de söylemek istemiyorum. Elbette bir aydın genel müdür, bakan, başbakan filan olabilir. Ama aydın kimliğini dışarıda bırakarak, bulunduğu mevkiye sıkı sıkıya sarılıp o mevkinin şekline bürünmeye çalışarak kendisini ve temsil ettiği değerleri aşağılaması can sıkıcı. Yoksa, popülist işler yapmayıp ya da çıkar çevrelerine yanaşmayıp koltuğunu terk etmek zorunda kalan ve ağır bedeller ödemekten çekinmeyen çok değerli aydınlarımız da var.

Semprun, söyleşilerinden birisinde bir insanın her zaman ‘aydın’ olamayacağını, kendisinin de zaman zaman aydınlıktan uzak kalıp başka şeylerle uğraştığını; ama hayatının yine de sürekli olarak aydınlık arayışı içinde geçtiğini söylemesi de kitapta altını çizdiğim önemli yerlerden birisi. Bir insan, aydın olunca, her zaman aydın kalmıyor. Onu aydın yapan şey, sürekli olarak aydınlığı arayıp aramadığı. Yani, Semprun’a göre mutlak bir aydın olma durumundan bahsetmek mümkün değil.

Cortanze’nin, Semprun için yaptığı bir tespit, hatta ‘Hayat Yazısı’ adlı kitabını oturttuğu ana eksenlerden birisi, unutmamak üzerine. Semprun, “Her şey kaldı bende” diyor bir yerde. Cortanze’nin yazdığına göre, Semprun hiçbir şeyi unutmayan bir adam. Onunla çeşitli aralıklarla yaptığı söyleşilerinde çocukluğuna dair en ufak ayrıntıları bile tıpatıp aynı şekilde anlatabilmiş. Ailesiyle birlikte İspanya’dan Fransa’ya nasıl geçtiğini, Fransa’daki direnişçilerle birlikte Nazilere karşı nasıl mücadele ettiğini, toplama kampında yaşadıklarını, İspanya’daki Franco diktatörlüğüne karşı zorluklarla dolu mücadelesini, hatta kaçak olarak girdiği Madrid’de kaldığı oteller, karşılaştığı insanlar, yaşadığı aşklar, her şey onda kalmış ve tabii ki bir de romanlarında. Alain Resnais ya da Costa-Gavras gibi yönetmenlere senaryolar yazmış olması, Hemingway gibi yazarlarla karşılaşması kitabı daha da ilginç kılıyor benim için. Bu hiçbir şeyi unutmayan adamın iç dünyasına girerek onunla birlikte düşünmek gerçekten de büyük bir keyif. Can Yayınları tarafından yayımlanan o olağanüstü romanı ‘Büyük Yolculuk’u bir daha okuma isteği de duydum bu sayede.

Ama asıl takıldığım nokta, unutkanlığı zamanla çoğalan birisi olduğum için, Semprun’un hiçbir şeyi unutmadığını iddia etmesi oldu. Mümkün mü gerçekten de hiçbir şeyi unutmamak? Semprun’a göre mümkün. Hatta Semprun, Kundera’nın bir sözüne atıfta bulunuyor bu noktada: “Unutmaya karşı mücadele, aslında iktidara karşı sürdürülen mücadeledir.” Ama şunu eklemeyi de ihmal etmiyor: “Bazı şeyleri kasıtlı veya kasıtsız olarak unutuş, toplumsal işleyiş açısından faydalı olabilir.” Ben, bu faydayı sevmediğim insanlara karşı fütursuzca kullanıyorum galiba. Özellikle herkesin kendisini sevmesini isteyen, bu yüzden etrafına övgüler ve gülücükler saçarak başkaları üzerinde iktidar kuranları, daha tanır tanımaz unutmamın nedeni, onların sahtelik kokan sözcüklerinin ve hayatlarının bende tiksintiye neden olması. Ama belki de inadına unutmamak gerek. Tiksintiye de alışmalı insan.

Semprun’un neden unutmadığını ve neyi unutmayacağını açıklayan şu sözlerini unutacağımı hiç sanmıyorum ama: “Kimse beni; hayatımdan, hayat tecrübemden, kendi bildiğim gibi yaşadığım hayattan yoksun bırakamayacak. Benim, ben olduğumu kimse yasaklayamayacak. Sürgün, militan, yazar, âşık, vs oldum. Bu tecrübeyi, tecrübeleri tamamen bağımsız bir şekilde yaşadım. Ben, hiç kimsenin bakanı olmadım.”

Bülent Usta (Birgün, 25 Haziran 2008)

0 yorum: