HUZURSUZLUK SİSİ İÇİNDE BİR YOLCULUK

Posted: 16 Haziran 2008 Pazartesi by bülent usta in
0

Artık sabahları çok erken uyanıyorum. Tanımlamakta zorlandığım bir huzursuzluk, uykumun arasından girip uyandırıyor beni. Sanki etime mermiler, şarapneller saplanıyor. Sanki dünyanın tüm savaş uçakları aynı yeri bombalıyor: Kafamın içini.

Bu sabah işe gitmek için sokağa çıktığımda, sokaktaki huzursuzluğun bir sis gibi şehri örtmüş olduğunu gördüm. O sisin içinde, hiçbir şey doğru duyulmuyor ve görülmüyordu. Sokak lambaları bile birer da-rağacını andırıyordu. 'Moby Dick'in yazarı Melville'in, dünyayı gezdiği gemi İstanbul'a yanaşınca, o yıllarda İstanbul'u saran sisten korkup gemiden inmek istemediğini günlüğüne yazmış olduğunu hatırladım o an. Melville'e kızmıştım o zamanlar, İstanbul'a haksızlık yapığı için. Aynı haksızlığı şimdi ben mi yapıyordum.

Hiçbir şeyin doğru işitilmediği ve görülemediği bu sisin içinde, insanların durmaksızın aynı şeyleri haykırıdığına da tanık oluyordum. Örneğin sokakta insanlar sık sık birbirlerine hain diye sesleniyorlardı. Birisinin "türbana özgürlük" diye bağırdığını duyuyordum, bakkaldan ekmek isterken. Başka birisi de saatin kaç olduğunu sorarken, "Türkiye laiktir laik kalacak" diye ba-ğırabiliyordu. Her şey birbirine girmiş, kafalar karışmış, huzursuzluk insanları hayattan yalıtan bir güce dönüşmüştü adeta.

Bindiğim otobüste, beyaz bereli bir genç gördüm. Beyaz beresiyle 'derin' pozlar vererek gururla etrafını süzüyordu. Ama otobüsteki insanlar, ne onu, ne de o muhteşem beyaz beresini görüyordu. Gördükleri şey, öldürülen aydınların damla damla biriken acısından öğrendikleri gerçeklerden başka bir şey değildi. Sonra tuhaf bir şey oldu ve otobüsteki yolcular hep bir ağızdan bağırmaya başladılar: "Hepimiz Hrant'ız, Hepimiz Ermeni'yiz!" İhtiyarı genci herkes, bir tempo tutturarak bu sloganı haykırırken, o beyaz bereli gencin beyaz beresi, kafasında eriyip buharlaşmasın mı. Bu tuhaf doğaüstü olaydan sonra, sanki hiçbir şey olmamış gibi otobüsteki insanlar kendi sessizliklerine dönmüştü yeniden.

Otobüs, üniversitenin önünden geçerken aniden hızını kesti. Huzursuzluktan kapkara olmuş üniversitenin duvarlarının önünde polisler, türbanlılar gördüm. Üniversitenin kararmış duvarlarına baktıkça, bir şeylerin fena halde yanlış olduğunu görebiliyordu insan. Hem de bir şeyler o kadar yanlıştı ki, bu yanlışın öldürücü bir zehir gibi insanların yüreklerini, beyinlerini ele geçirdiğini görmek, ülkeyi saran huzursuzluk sisinin daha uzun bir süre kalkmayacağını işaret ediyordu.

Üniversitenin kararmış duvarında, birden sinevizyon gösterisini andıracak şekilde görüntüler belirmeye başladı. Öldürülen profesörler, coplanan öğrenciler, gençlere saldıran sakallıların ya da sarkık bıyıklıların sırtını sıvazlayanlar... Bir şeyler fena halde yanlıştı ve bugün yaşanan tüm sıkıntıların, geçmişte yapılan fenalıklar sayesinde daha da büyüdüğüne tanık olmak, insanın içini acıtıyordu.

Otobüs, yoluna devam etti. Ama sanki hızı iyice yavaşlamıştı. Otobüsün penceresinden bu defa bir cenaze törenine tanık oldum. Bu cenaze, iş kazasında ölmüş bir işçiye de ait olabilirdi, trafik kazasında ya da savaşta ölmüş birisine de. Ağıtların, çaresizlik ve yoksullukla karışıp şehri saran huzursuzluk sisini çoğalttığına otobüsteki yolcularla birlikte tanık oluyordum. Şehri saran huzursuzluk, otobüsün içinde de varlığını göstermeye başlamıştı. Şoförümüz, otobüsü sürmek konusunda öylesine istek-sizleşmişti ki, neredeyse her an otobüsü sağa çekip bizi yarı yolda bırakarak çekip gidebilirdi. İşte tam o anda yanımda oturan adam kulağıma şöyle fısıldadı: "Kropot-kin'i unutmamalı." "Neden böyle dediniz" der gibi baktım merakla adamın suratına. "Bilmem" dedi adam, "umutsuzluğa düştüğünüzü gördüm. Kendim için yaptığım bir hatırlatmayı, sizin için de yapmak istedim sadece." "Hayır, umutsuzluğa düşmüş değilim. Sadece kaygılıyım bu huzursuzluk sisinin artmasından."

Adam, otobüsün penceresinden yola bakarak şunları söyledi sonra: "Sonsuzdur yol, ne kısaltılacak ne de eklenecek bir şey vardır, ama yine de herkes kendi çocuksu karışını koyar yolun üzerine. Gerçekten de bu bir karıştık yolu gitmen gerekir, bu senden esirgenemez. Üstelik, doğru yol gergin bir ip boyunca ilerler; yükseğe değil, yerin az üzerine çekilmiştir, ip üzerinde ilerlemekten çok, insanı çelmelemek için çekilmiş gibidir. Bu yüzden her şeyden şüphe etmek iyidir. İşte bu şüphedir ki, huzursuz yapar insanı. Ama bu huzursuzluk, gerçeğe ulaşma çabasının huzursuzluğudur ve sadece bilgiyle oluşturmaz kendisini. Sezgi de gereklidir. Sanatçılar, yazarlar, var olan şeylere bakıp belli belirsiz gözüken şeylere anlamlar vererek, gerçeğin önündeki sis bulutunu dağıtmaya çalşırlar. Her yazarın, sanatçının, düşünürün bunu yaptığını da söyleyemeyiz elbette. Bazıları bu sisi çoğaltmak için çabalar."

Adamın durduk yere aforizmalar şeklinde konuşuyor olmasına bir anlam verememiştim önce, ama sözlerinin Kafka'nın sözlerine benzerliği şaşırtıcıydı gerçekten. Ayrıca, adamın yüzüne dikkatlice bakınca, yaşadığı derin huzursuzluğu da görüyordum. Ama onun huzursuzluğu, şehri saran huzursuzluğun neredeyse tam tersiydi. Ona bakarken, Kafka'nın "Kropotkin'i unutmamalı!" diye günlüğüne not düştüğünü anımsadım birden. Bu adam, Kafka olamazdı herhalde! Sonra adamın elinde, yakınlarda İstanbul'a gelerek seminer veren Michael Lowy'nin, Versus'tan çıkan "Franz Kafka, Boyun Eğmeyen Hayalperest" adlı kitabını gördüm. Kafka'nın günlüğüne bu notu neden düştüğünü ve Kafka'nın özgürlükçü solla ilişkisini araştırıyordu kitap.

Otobüs, durağıma varmıştı. Sis, en azından otobüsün civarında bir parça dağılmış gibi gözüküyordu. Adam, sohbetimizin yarıda kesilmesine aldırmadan, tekrar karşılaşacağımızı ima eden bir bakışla selamlamıştı ki, otobüs beni arkasında bırakarak hareket etti.

Bülent Usta (Birgün, 27 Şubat 2008)

0 yorum: