TARİHE VE AŞKA DAİR...

Posted: 16 Haziran 2008 Pazartesi by bülent usta in
0

Daha önce üç kulaklı bir kedi olan roman karakterim İvam’a gelen bir okur mektubundan bahsetmiştim. “Yaz İvam Yaz!” diyordu okur. Ondan sonraki hafta, “Abdülhamid Döneminde Sansür” adlı kitabın bir yerinde geçen Vamık Bey’in intiharı ve ardından yaşanan süreçten bahsetmiştim. Bu intiharı haber yapan “İkdam” gazetesinde yer alan Vamık Bey’e ait olan mektupta “Ey biçarelerin yatağı Marmara!” ifadesinin gazeteyi ve gazeteyi inceleyen sansür memurlarını nasıl zor durumda bıraktığından ve Vamık Bey’in aslında bir roman karakteri olabilecek özelliklere sahip olduğundan bahsetmiştim heyecanla.

Aslında bahsetmek istediğim bir sansür hikâyesinden yola çıkarak, iktidarların alınganlık derecesini göstermek ve bugün de yaşadığımız gizli ya da açık sansür mekanizmasını anlamak için Fatmagül Demirel’in yaptığı bu çalışmaya dikkat çekmekti. Ama bir edebiyatçı olarak ister istemez Vamık Bey’in gizemli intiharına ve arkasında bıraktığı, yine intiharı gibi gizemli bir mektuba ve olaylara kilitlenmiştim.

Bu defa geçen haftaki yazıma dair ilginç bir mektup aldım, bir okurdan. Bahsettiğim Vamık Bey ile kendisinin bir yakını olan Vamık Bey’in aynı kişi olup olamayacağını merak ettiğini ve bulacağım bilgileri kendisiyle paylaşmamı rica ederek, mektubunda ilginç ayrıntılara da yer vermişti. Gerçekten inanılmaz bir şeydi benim için böyle bir mektup almak. Ama belki de asıl önemlisi, o mektubu okurken, tarih ve tarih yazımı konusunda büyük eksiklikler taşıdığımızı düşünmeme de neden oldu yaşadığım bu olay.

Tarih denilince, hep savaşlar, antlaşmalar, padişahların, kralların, büyük komutanların hayatları, büyük keşiflerin ve toplumsal olayların izahı anlaşılır çoğunlukla. Bakılan yere göre ya övülür ya da yerilir bu tarihi kişilikler, olaylar. Hatta sakınca görülerek bazı tarihi kişiliklerin ya da olayların üzeri kapatılır, görmezden gelinir.

Aslında, bir padişahın hayatından daha çok (o da gereklidir elbette), sıradan bir hayat yaşadığı var sayılan birisinin yaşam öyküsü ya da marjinalleştirilmiş, tarihin tamamen dışına itilmiş gruplar ve kişiler daha çok şey anlatır bulundukları toplum ve insana dair.

Tarihin, sadece tarihçiler ya da antropologlar gibi sosyalbilimcileri değil, edebiyatçılarımızı ve sanatçılarımızı da el değmemiş pek çok alanıyla işlenmeyi beklediğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Hiç işlenmediğini söylersek de haksızlık yaparız. Everest Yayınları’nın “Yaşam Kitapları” dizisinden yayımladığı kitaplardan tutun, Aras Yayıncılık’ın kitaplarına ya da Tarih Vakfı’nın Yurt Yayınları’ndan çıkan kitaplarına kadar pek çok çalışmadan ve çeşitli tarihi roman ve sinema örneklerinden bahsedebiliriz, olumlu ya da olumsuz. Ama tüm bu çalışmalara rağmen, hâlâ yeterli düzeye gelemediğimiz ve büyük bir zenginliğin bizi oralarda bir yerde beklediği de ortada.

Örneğin, Cemal Selbuz adında bir araştırmacı, yıllardır bir Osmanlı anarşisti olan Atabekyan’ın izini sürüyor ülke ülke, kütüphane kütüphane. Osmanlı tarihinin ilk anarşistlerinden birisi olduğu varsayılan ve dönemin etkin isimlerinden birisi olan Doktor Atabekyan’a dair İngilizce yazılmış birkaç kaynak dışında bir bilgiye rastlanmıyor oluşu, tarihe meraklı Selbuz’u kışkırtmış.

Atabekyan’a dair ilk kapsamlı Türkçe yazıyı da Selbuz, Siyahî dergisinin 9. sayısında yayımlamıştı. Aslında o yazıyı okuyunca ve Cemal Selbuz’la Atabekyan üzerine sohbet edince, Atabekyan’dan daha çok, Selbuz’un Atabekyan’ı araştırırken yaşadığı olaylar, tanıştığı insanlar ve Atabekyan’ın hayatındaki ayrıntılardan vardığı sonuçlar ve tespitler, daha çok ilgimi çekmişti. Hatta Cemal Selbuz’un, Atabekyan’ın mektupları ve hatıratından yola çıkarak Atabekyan’ın neler düşündüğü ve hissettiğiyle uğraşırken peşinde olduğu karakterle özdeşleşmeye başlaması, oldukça ilginç bir deneyim de sunuyordu.

Bir gün, Cemal Selbuz’un bu çalışmayı tüm yönleriyle kitaplaştıracağını umuyorum. Ama bu tür araştırmaların aslında ne kadar masraflı olduğunu ve bu tür araştırmalara ülkemizde sponsor bulmanın ne kadar güç olduğu da ortada. Sanatta ve bilimde her şeyin aslında kişisel gayretler ve saplantı derecesine ulaşmış tutkularla yürüdüğünü görmek, böyle insanların olmaması durumunda, aslında bu ülkede bir şeyleri başarmanın imkânsız olduğunu düşünmek gerçekten hüzün verici.

Bunları düşüne düşüne, gecenin bir yarısı eve dönerken, sokakta yaşlı bir kadınla adamı el ele tutuşmuş yürürken gördüm. Öyle güzel yürüyorlardı ki... Hayattan yorgun düşmüş bir çiftten çok, liseli aşıklar gibi yürüyen bu çifti görmek, beni bir an mutlu etse de, karısıyla beraber yakınlarda intihar eden ünlü düşünür Andre Gorz’u hatırlatarak, bir parça hüzünlendirdi de açıkçası.

Daha önce, Andre Gorz’un kansere yakalanan sevgilisi Dorine’le birlikte, artık iyileşme ümidinin bittiği noktada birlikte yaşama veda edişlerinden ve Gorz’un karısı için yazdığı bir kitaptan bahsetmiştim bu köşede. Şimdi o kitabın “Son Mektup-Bir Aşk Hikâyesi” adıyla Ayrıntı Yayınları tarafından yayımlandığı müjdesini vermek isterim.

Adı gibi mektup şeklinde yazılmış “Son Mektup”. Tüm içtenliği ile, yaşadığı aşka dair duygu ve düşüncelerini anlatan Gorz’un bu mektubu, aşka ve ilişkiye dair çok yönlü bir bakışaçısı sunması açısından oldukça anlamlı. Ama sadece aşk da yok bu kitapta. Bir aşk mektubunda bile solun durumunu tartışıyor içten içe sevgilisiyle Gorz. Hem de son mektubunda. Hayata bu kadar bağlı olması ve aşkı, her şeyden soyut bir yaşantı olarak yaşamaması belki de, Andre ve Dorine’in aşkını bu denli güçlü kılmıştı.

“Zevkin alınan ya da verilen bir şey olmadığını seninle anladım. Kendini verme ve ötekinden kendisini vermesini isteme biçimiydi zevk. Kendimizi tümüyle birbirimize verdik.” (syf. 15)

Bülent Usta (Birgün, 5 Aralık 2007)

0 yorum: