YÜRÜYEN KALDIRIMLAR

Posted: 16 Haziran 2008 Pazartesi by bülent usta in
0

Kötü bir rüya gördüm dün gece. Kaldırımlar, yürüme bantları gibi hareket edip, beni varmak istediğim yere değil de başka bir yere götürüyordu ne kadar çaba göstersem de. Üstelik kaldırımları yoldan ayıran görünmez bir duvar yüzünden başka bir kaldırıma ya da yola da çıkamıyordum. Beni ya işyerime ya da iş çıkışı eve götüren, hafta sonları da yine iş arkadaşlarımı göreceğim bir eğlence mekânına bırakan bir kaldırım.

Gerçekten berbat bir kâbustu benim için. Sonra bu kâbus üzerine düşünmeye başladım ve bunun aslında bir modern kent projesi olabileceği aklıma geldi. Çünkü zaten çoğumuz böyle yaşamıyor muyduk. Ev ve işyeri arası ya da sürekli gittiğimiz birkaç mekân ve işte ortaya steril bir şehir hayatı çıkıyordu. Bu şartlar altında neden mümkün olmasındı ki yürüyen kaldırımların adımlara hükmettiği parlak bir gelecek. Kaldırımlar, üzerinde yürüyen kişinin ayakkabısına yerleştirilmiş bir çip sayesinde gerekli verileri alıp en kısa sürede o kişiyi varacağı yere ulaştırabilirdi mesela. Duruma göre, eğer o kişi bir suçluysa ya da suç işlemeye meğilliyse, kaldırımın yönü doğrudan karakola çevrilebilir ve kişi, yetkililere teslim olmaya zorlanabilirdi. Ya da tam tersi, bir tehlike anında, ışık hızıyla onu güvenli bir bölgeye bırakarak bir hayat kurtarabilirdi. Evet, saçmaladığımı düşünüyorsunuz. Ama bu fikrin, yurttaşlar için daha güvenli, daha sağlıklı ve daha ekonomik olduğu yönünde bir anlayış oluşur ya da oluşturulursa neden olmasındı ki. Hayatımızdaki pek çok şey bu sayede mümkün olmuyor muydu?

Kolumun altında kalın bir kitap, sokakta yürüyordum. Bırakın yürüyen kaldırımları İstanbul’da kaldırımda yürümek bile artık bir hayal. Koca şehir, bir otopark görünümünde olduğu için, kaldırımlar arabalara tahsis edilmiş, yayalar da kapağı olmayan rögarlara ve trafiğe dikkat ederek yürümek zorunda kaldıkları yollara. Yürürken, bir tür mahallenin delisi sayılabilecek Cevat Abi takıldı peşime. Gözü, kolumun altındaki kalın kitapdaydı. Zor da olsa kitabın adını okuyuverdi: “Devlet Gibi Görmek”. Okuyunca, bir an kolumdan tutup beni durdurdu. “Bu çok gizli kitabı nereden buldun” diye sordu. “Kitapçılarda satılıyor Cevat Abi” dedim. “Versus’tan yeni çıktı. James C. Scott’ın bu kalın kitabı, modern devletin toplum mühendisliği projelerinin tarihini, yapısını ve işleyişini çözümlüyor ve toplum mühendisliğinin nelere mal olduğunu ve ucunun nerelere vardığını çarpıcı bir biçimde anlatıyor. Zorunlu göç politikaları ya da nüfus sayımlarının gerçekte nelere hizmet ettiğinden, soyadı uygulamaları ile kıyafet ya da ölçü birimleri arasındaki ilişkiye kadar pek çok şeyin bu mühendisliğin ürünü olduğunu ve üst bir tasarıya dayandığını okumak gerçekten şaşırtıcı sonuçlar doğuruyor insanın zihninde.”

Cevat Abi, tam bir düzen müptelasıydı. Hiçbir şey yapamazsa, bir düdük alıp mahallemizden geçen arabaları bir düzene sokmaya çalışırdı. Çöp bidonlarımız bile, Cevat Abi sayesinde bir düzene kavuşmuş, her köşebaşında belirli bir simetri gözetilerek yerlerini almışlardı. Anlattığım şeylerden kafası karışmıştı. “Sen şimdi devleti gördüğünü mü iddia ediyorsun?” “Neden göremeyeyim Cevat Abi?” “Sen değil, devlet seni görür. Şu an bile bizi izliyordur.” “Bizi izliyor olması, bizim onu görmemize engel değil ki?” “Peki söyle bakalım, devlet şimdi ne yapıyor öyleyse?” Cevat Abi, iyice karıştırmıştı mevzuyu. “Bak gördün mü” dedi, “devletin ne yaptığını bilemiyorsun. Ama o bizim ne yaptığımızı ve ne yapacağımızı gayet iyi bilir.” “Sen nereden biliyorsun bunu” dedim. Şöyle bir durup gözlerini büyük bir ciddiyetle üzerime dikerek: “Çünkü ben devletim” demesin mi? Aslında bu dediği şeyde bir gerçeklik payı da yok değildi hani. Evet, devlet içimizdeydi. Çocukluktan başlayarak eğitim gibi kurumlar aracılığıyla, toplumsal ve psikolojik araçları seferber ederek bize şekil veren, defolu olanlarımızı cezaevleri ve akıl hastanelerine yollayarak işlevsizleştiren bir güç olarak tarif edenleri de düşününce... Aydınlarımız bile, devlete ne yapması gerektiği konusunda birbiriyle yarışırcasına akıl vermiyorlar mıydı, köşe yazılarında, televizyon programlarında. Aslında herkes, devlet gibi görmek konusunda yarış halindeydi ve bu yarış, devletin yüce çıkarlarından çıkarları olanların bir kapışması haline de dönüşebiliyordu çoğu zaman? Bunun, yani devlet gibi görmenin rasyonel bir tavır olduğu konusunda herkes hemfikirdi sonuçta. Halbuki, devlet gibi görmek sadece tarihsel bir kurgudan ibaretti ve sürekli olarak açık veriyordu yaptığı yanlışlarla. O yanlışları da başka yanlışlarla örtmeye çalıştığı için daha da paranoyak bir hale geliyor ve çırpındıkça bataklığa gömülen bir dinazoru andırıyordu sanki. Ama bu bataklık kan ve gözyaşıyla dolu olmalıydı ki sadece 20. Yüzyıl"da devlet politikaları yüzünden ölen insan sayısı 150 milyonu bulmuştu. Hangi salgın hastalık ya da deprem, 150 milyon insanı bu kadar kısa bir süre içerisinde öldürebilirdi ki. Üstelik bunlar sadece ölülere dair yaklaşık rakamlar. Sakat kalanların ve doğadaki diğer canlılara verilen zararların çetelesi tutulsa, ortaya çok daha büyük bir dehşet manzarası çıkarılabilirdi. Modern devletin, taşa şekil veren bir heykeltıraş gibi topluma şekil vermeye çalışması, her zaman için hüsranla sonuçlanmaya mahkûm. Çünkü insan, mutlak bir sistem içerisine hapsedilemeyecek kadar sürprizlerle dolu bir varlık ve sanat, bu sürprizlerle dolu insan varlığı sayesinde hayat bulup, hayat veriyordu yüzyıllar boyu.

“Cevat Abi, madem devlet benim diyorsun. Bana devlet gibi bir baksana.” Cevat Abi, ben böyle söyleyince kaşlarını çatarak dik dik bana bakmaya başladı. Ama bu dik dik bakma hali komik bir şeye dönüştüğü için ister istemez korkunç bir gülme krizi tuttu beni ve benim bu kriz geçirir gibi gülmeme Cevat Abi önce epey bozulsa da, sonra o da kaş çatmayı bırakıp benimle birlikte kahkaha atmaya başlamasın mı? Biz iki deli gülmekten karnımıza ağrılar girerek kaldırıma oturmuştuk ki bu gülme krizi kaldırımın hareket etmesiyle son buldu hemen. Evet, kaldırım bir an hareket eder gibi olmuştu ve ikimiz birden kalakalmıştık öylece. Dün gece gördüğüm kâbusun karanlık hissi, bu hareketle çöküvermişti üzerime. Acaba nereye gidiyorduk?

Bülent Usta (Birgün, 28 Mayıs 2008)

0 yorum: