NEDEN?

Posted: 16 Haziran 2008 Pazartesi by bülent usta in
0

En az hayatın kendisi kadar tekdüze olan sanat, hayat ile aynı sokakta yaşıyor; fakat farklı odalarda oturuyorlar” diyen Fernando Pessoa’ya katılmamak imkânsız. Sanırım, onları aynı odada oturtmayı başarırsak, Situasyonistlerin dileği yerine gelecek ve gündelik hayatta devrimin önü açılmış olacak. Ama bu iki odayı birleştirmek için, ya odaları birbirinden ayıran duvarlar yıkılmalı ya da çeşitli kapılarla odalar birbirine bağlanmalı. Bir kısım eleştirmenler, kapı açmaktan yanayken, Situasyonistler gibi düşünenler de sanat ve hayat arasındaki duvarların yıkılmasını arzulamıştır hep. Bize kapı-pencere yetmez, hayat ve sanat birbirine karışmadıkça, ne hayat hayat olabilir ne de sanat sanat… Hayat ve sanat birbirlerinden ayrı durdukça, Pessoa’nın altını çizdiği tekdüzelikten sıyrılmaları mümkün değil gibi geliyor bana da.

Ama bunu nasıl yapacağız? Bunun nasıl yapılacağına dair elbette pek çok kaynak var. Guy Debord’un ya da Raoul Vaneigem’in kitaplarına başvurulabilir. Ama son zamanlarda okuduğum en yıkıcı romanlardan birisi olan Casey Maddox’un yazdığı ve Versus’tan çıkan ‘Felsefenin Öldüğü Gün’de, tam da nasıl sorusunu düşünürken karşıma şöyle bir diyalog çıktı: “Bir daha söyleyin; nasıl değiştireceğim dünyayı?” “Nasıl önemli değil henüz. Neden diye sorman gerek. Kurtuluşuna giden en önemli adım, her şeyin nedenini sormak.”

Her şeyin nedenini sormak, zaten nasıl sorusuna cevap bulmamıza da yardımcı olacaktır. Çünkü nasıl yapmalı derken, aslında bir reçete arıyoruzdur ve reçetelerle çıkılan bütün toplumsal ve bireysel kurtuluş yollarının tıkalı olduğunu da tarihe bakarak görmek mümkün. Yüz derste devrim yapma yollarını araştırmaktan vazgeçerek, neden diye felsefenin ve sanatın yolarına düşülmeli. Neden Pippa Bacca öldürüldü? Neden sömürüye ve işkenceye duyarsız toplumlar yaratıldı? Neden küresel olarak ısınıyoruz? Neden 21. yüzyılda bir tarafta insanlar açlıktan ölürken, diğer tarafta altından saraylar inşa ediliyor? Neden, yoksullar sağ partilere oy veriyor? Neden hükümet emekçilerin 1 Mayıs’ta Taksim’e çıkmasını istemiyor? Sorular, çoğalttıkça çoğaltılabilir. Bu sorulara verilen yanıtlarla oluşabilir ancak sanatın ve siyasetin yörüngesi. Sorular sabit kalsa da, yanıtlar sürekli değişir ve bazen doğru yanıtı bulmak, Guy Debord’un da bahsettiği gibi ‘bir yanlışlık anı’nda mümkün olabilir ancak. Çünkü dünya, ‘gerçek anlamda altüst edilmiş’tir.

Casey Maddox, ‘Felsefenin Öldüğü Gün’ adlı romanında, sanki Guy Debord’un doğru yanıt bulmaya dair ümitsizliğini kırmak ister gibi, dünyayı altüst etmekle başlamış işe. Örneğin, roman bir uyanışla başlar. Bir film yıldızı, sabah uyandığında yanında karısının yerine, birisi kadın olan dört silahlı ve kameralı kişiyi bulur. Karısına yüksek dozda eroin vererek camdan aşağıya atan, sevdiği herkesi öldüren dört cani... Ama romanın ilerleyen sayfalarında, bu dört kişinin onları gerçekte öldürmediğini ve sıradan caniler olmadığını da öğrenecektir. Onlar, aslında bir film çekmek istemektedirler ve bu film, uyandırdıkları kişinin uygarlığın zincirlerinden kurtulup yeniden dirilmesi ve dünyayı yok oluşun eşiğine getiren uygarlık için yıkıcı bir unsura dönüşmesi üzerine kuruludur.

Roman boyunca yaşanan tüm sürecin bir film olarak tasarlanması, adeta Situasyonistlerin sanat ve hayatı birbiri içine katma çabasını andırıyor. Bir film çekiyoruz, ama her şey gerçek. İnsanlar ölüyor ama gerçekten ölüyor. Sevişiliyorsa, gerçekten sevişiliyor. Her bölümün başında yer alan, ileri ya da geri sardırma tuşlarını andıran işaretler de geçmiş ve geleceği aynı düzlemde buluşturarak, yazarın romana özgü bir zaman anlayışı yaratmasını sağlamış. Bazen gelecekte, bazen geçmişte yol alarak okunuyor roman. Maddox, sadece bir film yıldızının hayatını değil, zamanı da altüst ederek kurgulamış romanını.
ABD’de bir cezaevinde tutuklu olarak yaşayan Maddox’un hayal gücü ve kışkırtıcı anlatımı gerçekten hayranlık uyandırıcı. İki ayrı odada oturan sanat ve hayatı aynı odaya almak için ne yapılmalı diye sormuştum ya yazının başında, sanat, insanın alışkanlıkları ve tedirginlikleri üzerine giderek yapabilir bunu diye bir yanıt oluşuyor zihnimde, romanı okuduktan sonra.

Eğer bir sanat eseri, tıpkı romandaki Deirdre ve diğer karakterlerin o film yıldızına yaptığı gibi, okurun uyanışına yardımcı olarak, varoluşuna dair sorular sordurtabiliyor, gerçek hayatta bir yanlışlık anında bulunabilecek doğruları, sanatın hayattan bağımsız olmayan kendi gerçekliği içinde dönüştürüp çoğaltabiliyorsa, sanat ve hayat arasındaki duvarları yıkacak çatlaklar da oluşuyor demektir. Bu çatlakların edebiyatımızda yeterince oluşup oluşmadığı konusunda endişeliyim. Çünkü bu topraklarda, sanatın felsefe ve siyasetle olan ilişkisi, hem eleştiri, hem de üretim düzeyinde sınırlı ve zayıf bir biçimde gelişiyor. Bugün o çok gerçekçi ya da siyasi romanlar yerine Oğuz Atay gibi yazarların okunuyor olması, neden sorusunu atlayarak hazır reçetelerle sanat yapılmaya kalkışılması ve insanın var oluşuna dair soruların toplumsal gerçekliğin gölgesinde kalmasından kaynaklanıyor bence. Oğuz Atay gibi yazarlar, bu sayede kendisini siyasi gören pek çok yazardan daha siyasi romanlar yazmıştır diyebilirim.

Maddox’un yaptığı gibi, bireyin varoluş ve kimlik meselesini kendisine temel alan yapıtlara, gittikçe karmaşıklaşan günümüz toplumunda daha büyük bir ihtiyaç var. Uyutan değil, uyandıran sanat yapıtları çoğaldıkça, hayat ve sanat aynı odada oturacak ve belki aralarında bu sayede devrimi konuşma imkânı bulacaklar.

Bülent Usta (Birgün, 23 Nisan 2008)

0 yorum: