BİR BAHAR GÜNÜ KAVEL...

Posted: 16 Haziran 2008 Pazartesi by bülent usta in
0

Hayır, bahar bir türlü gelmek bilmiyor... Ülkemin üzerinde kara bulutlar ve o bulutlara takılmadan uçmaya çalışan uçurtmalar gibi düşünceler ve hayaller... Bir mendil niye kanar diye soruyor ya Edip Cansever, Ahmet Abi’sine, ben de bir kalem niye kanar diye sormak isterdim. Kanayan kalemlerle yazılan bir insanlık tarihinden ne tür dersler çıkarılabilir? Üç kulaklı kedi İvam olsa, şimdi anlatırdı bana olup biteni. Moral vermek için meşhur işkenceci emekli deniz albayı Ricardo Miguel Cavallo’nun İspanya tarafından Arjantin’e iade edildiğini söylerdi örneğin. Arjantin savcısı Balthasar Garzon, 1976-1983 yılları arasındaki suçlara ait eski cunta rejiminin 46 üyesi hakkında tutuklama emri çıkardığı zaman, bütün gün sevinç içinde damlarda gezmişti İvam.

İvam’la birlikte izlemiştik Marco Bechis’in ‘Garage Olimpo’ adlı filmini. Bir sinema salonundaydık ve daha filmin yarısına gelmeden salonun yarısı boşalmıştı, işkence sahneleri yüzünden. Aslında ben de koltuğa sımsıkı yapıştığımı hatırlıyorum. İnsanların daha görmeye dayanamadığı o korkunç şeyleri, birilerinin yaşadığını ve yaşamaya devam ettiğini düşünmek gerçekten çıldırtıcı. İşkenceyi meşru gösterecek her şey korkunç ve çirkin. Ve cuntacı Albay Cavallo, ne adına yapmış olursa olsun, yaptığı işkencelerin ve katliamların hesabını şimdi mahkemede verecek. Kalemlerin kanamadığı bir ülkede yazmanın yükünü azaltmanın tek yolu, o ülkenin kendi tarihiyle yüzleşmesiyle mümkün olabilir ancak. Güce tapınan bir toplumdan, özgürlükçü ve eşitlikçi bir topluma dönüşmek için...

Hayır, bahar bir türlü gelmiyor... Güneş, yüzünü bir gösterip kaçıyor hemen bulutların arkasına.
“Saçmalamayı bırak” diye balkondan fırladı İvam. “Seni yalnız bırakmaya gelmiyor. Hemen karamsarlığın ve hüznün cazibesine kaptırıyorsun kendini. Bu aralar Kavel okumadın galiba.”
İvam’ın büyülü bir kedi olduğuna eminim artık. Kavel, bir şiir kitabı. Daha liseye giderken, babamın kitapları arasında rastlamıştım ona. Ve ondan bir daha ayrılamamıştım. Öyle şiire büyük yenilikler getiren bir kitap değildi belki. Ama içinde taşıdığı umut, sıcaklık, insanın aklını ve yüreğini bir araya getirerek düşündürten anlatımı, insanın içini açıyordu. Sadece politik şiirler de yoktu kitapta. Örneğin ‘Akşam Delisi’ adlı bir aşk şiiri vardı ki ezberimden yıllar boyu çıkmamıştı. Şöyle diyordu o şiirde: “bütün oyunlar bitti-bir sen kaldın yalnızlığımda / bir başka dünyadayım artık-beni çocuklar bile anlıyor / yıktım boğaları bir bir-bana gül atma yıkıldım”.

Hasan Hüseyin, ilk şiir kitabını kablo fabrikasında grevde olan işçilere adamıştı ve adını bu yüzden Kavel koymuştu. 1963’te İstanbul'da Kavel kablo fabrikasında çalışan işçilerin 62 gün süren grevi sayesinde, Türkiye işçi sınıfı en büyük kazanımlarından birisini gerçekleştirmiş ve işçiler grev ve toplu sözleşme hakkına sahip olmuştu. Kavel grevi, işçi sınıfına derslerle doluydu. Patronların ve devletin nasıl işbirliği yapıp grev kırıcılarla, kolluk kuvvetleriyle grevi boğmaya çalıştıklarını ama İstinyeli emekçilerin Kavel grevcilerine nasıl sahip çıktığını gösteren, belki 8 saat çalışma hakkını elde eden ABD’deki Haymarket olayları kadar büyük bir olay olmasa da sınıf mücadelesi tarihimizin önemli dönemeçlerinden birisiydi Kavel. Hatta, DİSK’in doğuşuna de sebep olmuştu bu grev.

Hasan Hüseyin, ‘Kavel’ adlı şiirinde grevdeki işçilere şöyle sesleniyordu: “Ve soluğum tükenmedikçe bu doyumsuz dünyada, / Güneşe karışmadıkça etim / Kavel Grevcilerinin türküsünü söyleyeceğim”
“Evet, haklısın İvam. Kavel okumalıyım bu aralar. Nâzım Hikmet, bir şiirinde grev anını anlatırken şöyle der ya: ‘Siyah tuğla bacalarda dumanlar dona kaldı, / koptu kayışlar’ Toplumsal olarak kayışların koptuğu bir zamanı yaşıyoruz galiba.”

İvam, koptu kayışlar sözüne epey güldü. “Hem de öyle bir koptu ki kayışsız bir toplum olmaya doğru gidiyoruz. Gazetelerde çarşaf çarşaf darbe planları yayımlanıyor. Hemen o darbe planlarının yanında Fethullahçıların 12 Eylül’de generallerle yaptığı anlaşmalar... Başka bir gazetede asabi bir liberal yazarın “İslamcılarla birlikte yaşarım, Kemalistlerle asla!” diye haykıran yazısına, liberalleri hainlikle suçlayan ulusalcı yazarları da eklersek, acayip bir manzara ortaya çıkıyor. Bir toplumsal gösteri sırasında ortamı yumuşatmak isteyen milletvekilinin elini sıkmayan emniyet müdürü ile ilgili bir haberin yanında, cinnet geçirenlerin katliam haberleri yer alıyor. Bir yandan savaş uçakları havalanıyor, onlarca ölü... Herkes hop oturup hop kalkıyor... Her an bir şey olmasını bekliyor insanlar... Aslında kimse ne olacağını bilemiyor... Ve şimdi de grev dalgası yaklaşıyor. Öyle ya, tüm bu hengâme ortasında öyle bir yasa çıkacak ki türlü türlü bedeller ödenerek kazanılmış haklar uçup gidecek bir anda.”

“Grevler, aslında sanıldığının aksine bir sağlık belirtisiymiş gibi geliyor bana İvam. Belki de kopan kayışın yerine sağlam bir kayış takmanın bir imkânı... Grevler sadece işçi hakları için yapılan eylemler olarak da düşünülmemeli. Haymarket olayını düşünelim. Eğer işçiler, çalışma süresini 8 saate indirmeyi başaramasaydılar, toplumsal mücadelelerin ivmesi artabilir miydi? Çünkü ölesiye çalıştırılan bir işçi, ne zaman düşünecek, ne zaman örgütlenecek, ne zaman kendisine vakit ayırıp düşler kurabilecek? Açlık sınırında yaşayan birisi, ne kadar kültüre, sanata ilgi gösterebilir ki.” İvam’la ‘Kavel’den şiirler okurken, güneş inadına inat bulutların arasından çıkmayı başarmıştı. Sonuçta bahar, birdenbire gelmiyordu.

Bülent Usta (Birgün, 2 Nisan 2008)

0 yorum: