NİETZCHE'NİN SESSİZLİĞE YANITI

Posted: 16 Haziran 2008 Pazartesi by bülent usta in
0

Oz Shelach'ın Mesire Yerleri adlı romanında bahsettiği bara gittim geçenlerde. Barın hemen yanında bir karakol var. İlk zamanlarda, karakoldan gelen işkence sesleri, bardaki müşterileri rahatsız ediyormuş Schelach'ın anlattığına göre. Bar sahibi, defalarca yetkililere başvurmuş ama sesler bir türlü kesilmemiş. Bar sahibi, sonunda çözümü barda çalan müziğin sesini yükseltmekte bulmuş. Müzik, karakoldan gelen işkence seslerini bastırdığı için, bara gelen müşteriler rahatlıkla biralarını yudumlayarak eğlenmeye devam edebiliyormuş artık.

Tebrik ettim bar sahibini bulduğu bu çözüm için. Bar sahibi, itiraz etti hemen. "Bu çözüm bana ait değil. Her yerde uygulanan bir yöntem" dedi. "Mesela, sen bir yazarsın değil mi? Birçok yazar, sanatçı da bu çözümü uyguluyor, biraz dikkatli bakarsan ürettiklerine. Öyle öyküler, şiirler yazıyorlar ki sanırsın İsrail'de değil de tek başlarına düştükleri ıssız bir adada yaşıyorlar."

Aslında bu bar, İsrail'de değildi, ama Oz Shelach'ın etkisiyle, bar sahibi kendisinin İsrail'de olduğunu sanıyordu. Shelach'ın bahsettiği bu bardan dünyanın her yerinde vardı aslına bakarsanız. Guantonama'dan tutun Ebu Graib'e kadar her yerde. Hatta yaşadığınız mahallede bile o bardan bir tane olabilir.

0 barda kimleri görmedim ki. Ünlü televizyon sunucularından tirajı yüksek gazetelerin başyazarlarına, politikacılardan pa-parazzilere, herkes oradaydı. Herkesin keyfi yerindeydi. Bardan çıkınca, Shelach'ın bahsettiği o karakoldan sokağa taşan işkence seslerini duydum. Yanımdakilerden birisi hemen kulaklığını takarak müzik dinlemeye koyuldu. Ben de ellerimle kulaklarımı tıkayarak o sokaktan çıkıp evin yolunu tuttum. Ama bir kere o sesleri duymuştum ve o sesleri bir kere duyunca unutmak kolay olmuyordu. Belki alışma dönemidir bu diye düşündüm. Zamanla, o sesleri yüksek seste müzik olmaksızın duymaktan kurtulacaktım. Sokakta yürürken, pek çok kişi gibi bazı insanları ve olayları görmekten de kurtulacaktım. Sadece istediğim sesleri duyacak, sadece istediğim şeyleri görecek ve böylelikle sadece istediğim şeyleri yazabilecek-tim. Beni sürekli olarak isyana teşvik eden bu ağır melankoli, bir giysi gibi üzerimden çıkacak, iç dünyamda mutluluğu ve huzuru bu sayede yakalayabilecektim. Hatta 100 derste mutlu ve huzurlu olmanın yolları gibisinden kitaplar da satın alabilirdim. Yogaya da başlayabilirdim. Her gün bir yenisi açılan terapi merkezlerinden birisine gidip, iç çatışmalarımı azaltıp daha verimli bir yaşam tarzına da kavuşabilirdim. Hiç olmadı prozac gibi ilaçlar var, mutlu olmamı sağlayacak. Kapitalizm, paran olduğu sürece, insana her tür bireysel mutluluk seçenekleri sunabiliyor. Bunu başarabilmen içinse, sadece kendini düşünmen, başka insanları önemsememen yeterli. Sosyalleşmek mi istiyorsun, chat yap, bir kursa yazıl ve aynı sınıfa mensup, aynı şeylerden hoşlandığın kişilerle arkadaş ol.

Zamanla, hani şu korkunç sesler çıkartan savaş uçaklarının aslında o kadar da korkunç olmadığını göreceksin. Hatta o seslerin içinde, kahramanlık şarkılarının melodilerini bile duyabilirsin. Tanklar sana çok estetik yapılar gibi gözükecek bir süre sonra. Bir tankın üzerine çıkıp, o metal yığınını öpmek, onunla sarmaş dolaş olup fotoğraf bile çektirmek isteyeceksin. Zamanla politikacılar, sana bir film yıldızı gibi gözükecek. Politikacı dediğin, zaten rol kesen adam değil midir? Şöyle diyeceksin bir politikacı konuşurken: "Anlat. Yalan da olsa hoşuma gidiyor."

Hayır, bu kadar basit değil işte hayat ve mutlu olmak. O bar sahibi, istediği kadar açsın müziğin sesini. Savaş çığırtkanlığı yapan televizyonlar, atılan bombalardan ölen insanların sesini bastırmak için bas bas bağırıp dursun evlerde, salonlarda. Politikacılar, en çarpıcı yalanlarını istedikleri kadar bağırıp dursunlar meydanlarda. Sadece tek bir çocuğun ölüm çığlığı bile, Oz Shelach gibi yazarların tüylerini diken diken etmeye yetecek. Issız bir adada da olsa bu yazarlar, o çığlığı duyup kalemlerini o çığlıklarla yontmaya devam edecek. Sanırım, böyle yapmaktan başka bir şansları da yok.

Bir yolunu bulup, içine kilitlendiğimiz o barlardan çıkıp sokaklardaki insanların arasına karışmalı. Duyacağınız sesler, sadece işkence çığlıkları da olmayacak. Azalan her çığlıkla, içinizdeki çocuğun da nefes alıp dirildiğini göreceksiniz belki. Hayattan korkarak, o hayat yaşanabilir mi? Peki, korkmadan yaşanabilir mi, diyor içimdeki başka bir ses, korkmayanların başına neler geldiğini hatırlatarak. Birden konuşan iki ses de susuyor, bu soruyla birlikte. Sessizliğin içine hapsolmuş tüm seslerin arasından, Nietzche'nin sesine benzeyen bir ses cevap veriyor bana:
"söz ver kendine,
denizleri seviyorsan, dalgaları da seveceksin
sevilmek istiyorsan, önce sevmeyi bileceksin
uçmayı seviyorsan, düşmeyi de bileceksin
korkarak yaşıyorsan, yalnız hayatı seyredersin."

Not: Nietzsche'ye aitmiş gibi bahsedilen bu şiirin, aslında Şebnem Ferah'a ait bir şarkı sözü olduğunu belirtmekte fayda var. Gazete baskıya girdiğinde düzeltmek için geç kalınmıştı. Bu hata için Şebnem Ferah'tan ve okurlarımdan özür dilerim. Ama Nietzsche'ye de yakışıyor bu sözler...

Bülent Usta (Birgün, 23 Ocak 2008)

0 yorum: