BİR RÜYA KAYDI

Posted: 16 Haziran 2008 Pazartesi by bülent usta in
0

Bir çay bahçesine oturmuş, İstanbul Boğazı'nı izliyorum. Ne tuhaf, hiç gemi ya da kayık yok. Boğazda bulunan bütün deniz araçları tahliye edilmiş gibi. Sonra gözlerim Boğaziçi ve Fatih Sultan Mehmet köprülerini arıyor. Onlar da yok yerlerinde, sanki hiç olmamışlar... Belki başka bir Boğaz burası diye düşünürken, birden 'Suhulet' gözüküyor uzaklardan. Suhulet de mi ne? Suhulet, İstanbul'un ve dünyanın ilk arabalı vapuru...

Dünyada ilk arabalı vapuru, gerçekten de Osmanlı mühendisleri ve ustaları (Hüseyin Haki Efendi, İskender Efendi ve Meh-med Usta) tarafından çizilerek Londra'daki bir tersaneye sipariş verilerek yaptırılmış. Neşet Dereli'nin Komşu Yayınları'ndan çıkan 'Karşıdan Karşıya' adlı kitabından okuduğumu hatırlıyorum bu bilgileri. 1871 yılında denize inmemiş miydi Suhulet? 1871 yılında olmadığıma göre, Suhulet dışında başka bir geminin olmadığı bir Boğaz'ı, sadece rüyamda görebilirim.

Bir rüyada olduğunu bilerek, insan rüyaya devam edebilir mi diye düşünürken, oturduğum çay bahçesindeki masamda, iki kişinin varlığını daha hissediyorum. Bu kişilerden birisini daha görür görmez tanıyorum: Walter Benjamin. Onun Benjamin olduğunu bu kadar çabuk idrak etmem, daha yeni Versus'tan çıkan 'Yangın Alarmı' adlı kitabını okumuş ve o kitaptaki fotoğrafını görmüş olmamla ilgili. Peki ya diğeri kim? Gözlüklü, saçının üst tarafı dökülmüş, kulağında kulaklıkla müzik dinleyen adam. Bu adam, Benjamin'in arkadaşı olabilir mi?

Ben, Benjamin'e bir soru soracakken, diğeri konuşuyor: "Rüyalarımız, sadece bizim rüyalarımız olarak ilişkili değildir; aksine devamlı ve aralıksız bir bütün oluştururlar ve Kafka'nın bütün hikâyelerinin aynı yerde geçmesi gibi, bütünsel bir dünyaya aittirler. Ama rüyalar kendi aralarında ne kadar bağlantılı olursa veya kendilerini ne kadar tekrar ederse, bizim onları gerçeklikten ayırt edememe tehlikemiz de o kadar büyük olur."

Bu sözleri duyunca, kiminle karşı karşıya olduğumu daha iyi anlıyorum: T.W. Adorno'dan başkası değil bu adam. Onun da daha yeni YKY'den Şeyda Öztürk çevirisiyle 'Rüya Kayıtları' adlı kitabı çıkmıştı. Bu rüyada gördüğüm her şey, son zamanlarda okuduğum kitaplar ve yaşadığım olaylardan oluşuyordu sanki. Ama rüya böyle bir şey miydi? Sadece yaşadıklarımız, bilinçaltına bastırdıklarımız mı rüyada gözüküyordu? Yoksa Orhan Pamuk'un 'Kara Kitap'ta yazdığı gibi, rüya, aklın tiyatrosu muydu sadece? Peki ya, rüyalar aracılığıyla geleceği görenler... Babam, dedemin vefatını görmüştü rüyasında örneğin.

Benjamin ve Adorno ile bir sohbete dalıyorum rüyamda, rüyada olduğumuzu bile bile, rüyalarla ilgili. Onlara ikisinin de izlememiş olduğu İngmar Bergman'ın 'Yaban Çilekleri' adlı filmindeki bir sahneyi anlatıyorum: "Filmde, Profesör Borg bir rüya görüyor. Bomboş bir sokak... Profesör, bu tanıdık sokakta kaybolmuş gibi. Bir o tarafa yürüyor, bir bu tarafa... Sonra kocaman bir saat görüyor. Kontrast o kadar yoğun ki, saat, beyaz bir leke gibi gözüküyor, asılı durduğu binanın üzerinde. Profesör, dikkatle o saate yaklaşıyor." diyorum ki, Benjamin hemen söze atlıyor: "Saatte akrep ve yelkovan yok. Sadece rakamlar var, öyle değil mi?" "Gerçekten de öyle" diyorum şaşkın bir halde ve rüyanın gerisini anlatmaktan vazgeçiyorum.

"Hepimiz, farklı yüzler ve mekânlar içinde benzer rüyalar mı görüyoruz" diye soruyorum onlara bu defa. Sorumu duymamış gibi, gülmeye devam ediyorlar. Bu kadar çok gülmelerine bozuluyorum biraz. Ama bu bir rüya. Boğaz'da yüzen Su-hulet'e bakıyoruz hep birlikte. Witgenste-in'ın rüyalarla ilgili sözlerini anımsıyorum o an: "Rüya görmek, neden bir masadan daha gizemli bir şey olsun ki? Neden ikisi de aynı derecede gizemli olmasın?" İkisi de, aklımdan geçen bu sözleri duymuş gibi dönüp bana bakıyorlar.

Benjamin de, Adorno da, rüyalarla çok ilgiliydiler. Hatta Benjamin, 'Son Bakışta Aşk' adlı kitabında, rüyalara ayrıca önem verir. Rüyaların nasıl anlatılması ve kaydedilmesi gerektiği üzerinde bile durur. Neden bu kadar önemlidir rüyalar? Bazı ressamların, rüyaya yatıp, daha sonra rüyalarında gördüklerini resmettiğini biliyoruz. David Lynch ya da Tarkovsky gibi sinemacıların, sinemayı neredeyse bir rüya olarak tasarladıklarını da düşünürsek. Winson gibi biliminsanları da, rüyanın evrimle bağlantısını göstermiş ve memelilerin bir tür bellek kaydı olduğunu iddia etmişlerdi. Öyleyse, ortak bir bellek olabilir miydi rüyalar insanlar için? Örneğin, Adorno'nun Rüya Kayıtları'nda, 2. Dünya Savaşı'nın yaşattığı yıkımın izleri bulunabilir miydi?

Suhulet, bulunduğumuz yere yaklaşıyor. Adorno ve Benjamin yerlerinden kalkıp vapura doğru yürüyorlar. Ben de onlarla birlikte gitmek istiyorum, ama Benjamin durduruyor beni: "Daha göreceğin çok rüya var."

Daha göreceğim çok mu rüya var? Tek başıma kaldığım o çay bahçesindeki masada şunları düşünüyorum: Acaba, Adorno'nun yaptığına benzer, yaşadığımız toplumun rüya kayıtlarını tutabilseydik, nelerle karşılaşırdık. Depremler, savaşlar, işsizlik vb. sorunlar, nasıl kaydediliyor rüyalarımızda? Her gece, milyonlarca insan bu topraklarda, nasıl rüyalar görüyor? Savaş uçaklarının ya da patlayan bombaların sesleriyle uykuları bölünen insanların kaydettikleri bellek ile, karnı tok ve güvende olan insanların rüya kayıtları arasındaki farklar neler?

Bülent Usta (Birgün, 9 Ocak 2008)

0 yorum: