ÖYKÜ-KADIN'IN ÇIĞLIĞI

Posted: 16 Haziran 2008 Pazartesi by bülent usta in
0

Kardan bir tünele benziyordu bu sabah işe giderken yürüdüğüm yol. Kar tanelerinin melodisi de eşlik ediyordu bir yandan. Bilmem bilir misiniz o melodiyi. Elbette bestelenen melodiler gibi çıplak değil kar tanelerinin yaydığı ses ama her daim bir melodisi vardır içinde gizlenen.

Akşam Nezihe Meriç okudum. Hani daha yeni bir kitabı çıktı ya "Gülün İçinde Bülbül Sesi Var" isminde, YKY'den. İşte o kitabı... Nezihe Meriç okumak, bir dinginlik yayar insanın içine. Ama bu dinginlik, öyle kolayından bir dinginlik değildir, kendine acımayan, en kesif gerçeklerle yüzleşmekten korkmayan, umutlu olduğu kadar hüzünlü de olan tuhaf bir dinginlik... Kar da yağdığı için bir yandan, sanki okuduğum sözcükler daha bir özgürleşiyordu onun öykülerinde. Acaba öyle miydi gerçekten? Yoksa, onun kadar sözcüklere böylesine nazik davranan ve belki de bu yüzden sözcüklere hükmedip onları eğip bükmeyi, hayatın içinden damıtıp yeniden yaratmayı başaran az yazar vardır herhalde. Yoksa tam tersi mi geçerli? Sözcüklere teslim olmakta mı gizli, bu kadar güzel öyküler yazabiliyor olmasının nedeni? Ya da hükmetmenin ve hükmedilmenin ötesinde mi aramalıyız bu sorunun yanıtını?

Kardan bir tünele benzeyen yolda yürürken, bir öykü-kadm görünümünde tasarladım o kitaptaki anlatıcıyı. Öykü-kadm da mı ne? Bilmem. Leyla Erbil ya da Sevim Burak okurken de çıkar karşıma o öykü-kadm. Öykücü kadın yazarlarımızın çoğunda karşılaşabiliriz onunla. Ortak bir imge, bir yüz, bir ses canlanır bazen zihnimde onları okurken. Elbette onları aynılaştırmak için yapmıyorum bunu, çünkü o kadar farklılar ki aynı zamanda. Hatta her öyküde, o öykü-kadm bambaşka birisine dönüşebilir bir anda. Bambaşka bir ses...

Öykü-kadın, hüzünlüdür çoğu zaman. Neden hüzünlenmesin ki? Hüzünlenilme-yecek bir hayat olabilir mi onun için? Peki ya neşesine, hürlüğüne ne demeli? Hürdür her zaman öykü-kadm, inadına inat. Bazı şeylerle yüzleşmekten de hiç geri durmaz. Bir sorunla, bir gerçekle yüzleşmenin o kadar çok yolu varken, öykü-kadm en zorunu seçer çoğunlukla ve belki de bu yüzden dilde ve kurguda yeni şeyler denemekten korkmaz. Üstelik öykü-kadm, bulduğu her gerçekliği sanki önce kendisinde dener de, öyle sunar okuyucuya. Bulduğu şeyin zehir mi, yoksa ilaç mı olduğunu anlamak için önce kendisinde deneyen bir mucit gibi. Bu yüzden belki yorar öykü-kadın'ı hayat...

Öykü kadın, bu kitapta, özellikle kitabın son öyküsünde çok hiddetliydi. Şöyle bağırıyordu: "Neden susuluyor? Neden karşı çıkılmıyor? Neden? Korkuluyor mu? Bizi pıs-tıran ne? Yüreğimizdeki coşkuyu, sevinci, aşkı, kim söndürdü? Ölü toprağı deniyor. Aklımıza, fikrimize kim serpti bunu?"

Öykü-kadın o kadar hiddetliydi ki ona karşı çıkmakta zorlandım o an. Ama aklımıza, fikrimize, o ölü toprağını kimin, kimlerin serptiğini siz de biliyorsunuzdur herhalde onun gibi. Zaten öykünün sonunda Ali Alim diye birisinden bahsediyor öykü-kadm. Onun karısından, çocuklarından, umutlarından, hayallerinden... Ve sonra haykırmasına devam ediyor kaldığı yerden: "Günlerden bir gün, kirazlara kar yağmaz mı? Bin bir çeşit belanın içinden, bir çeşidi de geldi onu, onları buldu. Ali'leri kurşunladılar. Ali'leri zindanlara attılar. Ali'leri işsiz koydular... Hiç kimse sesini çıkarmadı. Bu tümce var ya, bu tümce, tek başına yeter! Ünlem! Hiç kimse sesini çıkarmadı. Ünlem! Ses çığlık bile olamadan ağıtlara karıştı, gözyaşı olup kayboldu." Sonra da bu çığlığı garipseyecek olanları düşünürek "Bu ne mi bu şimdi? N'ossun! Hikâye..." diyor aynı hiddetle.

Öykü-kadm "hiç kimse" derken, dünya yıkılsa, ne oluyor diye sormayacak olanları kast ediyor aslında. İşin kötüsü depremlere, darbelere, suikastlara, yolsuzluklara alışmanın sonu gelmeyecekmiş gibi hissediyor bazen insan. Ama sonu var elbette. Öykü-kadm, bu sessizliğin sona ereceğine inan-masaydı, yaşar mıydı bu öykülerin içinde?

Kitap, elbette bu öyküdeki atmosferden ibaret değil. Örneğin kitapta bir 'Kıpırtı Hanım' öyküsü var ki Kıpırtı Hanım öykünün içinden canlanıp giri veriyor insanın içine. Sonra Kıpırtı Hanım'la sokak sokak geziyorsunuz İstanbul'u, onun ve aslında onunla özdeşleşmiş olan İstanbul'un hikâyesini dinleyerek, arkadaşlarıyla tanışarak. İnsanda yaşama sevinci doğuran birisi Kıpırtı Hanım. Onu tanıyınca, insan bir başka gözle bakıyor İstanbul'a ve hayata...

Anlatıcının zaman zaman bir öykü karakterine dönüştüğü, hatta okuru da elinden tutup öykünün içine çektiği, çok katmanlı, çok sesli yapısıyla 'Kıpırtı Hanım', Nezihe Meric'in öykücülüğünü anlatan iyi bir örnek aslında. Bu arada şöyle bir bakarsanız dergilere, kitapçı vitrinlerine, öykü-kadınların gittikçe çoğaldığını da görebilirsiniz. Bu, edebiyatı ve hayatı özgürleştirecek gücün çoğaldığı anlamına geliyor benim için. Kadın edebiyatçılarımız çoğaldıkça, edebiyatta her tür yeniliğin artacağı kesin. Ayrıca Nezihe Meriç gibi usta öykücülerin yazınsal serüvenleri de, bu tespitin kanıtları olarak gösterilebilir.

Kar tanelerinin bu sabah hüzünlü bir melodiyi tercih etmesi, ünlü eleştirmenlerimizden Mehmet H. Doğan'ı kaybetmiş olduğumuz için olabilir mi? Mehmet H. Doğan'ın birbirinden güzel anılarda ve kitaplarda yaşamaya devam edecek olması tek tesellimiz.

Nezihe Meriç, öykülerinin birisinde şöyle diyor ya: "Çok yorgunum. Kafam çok karışık. Şu 'hayat devam ediyor' sözüne illet oluyorum ama, hayat devam ediyor."

Bülent Usta (Birgün, 20 Şubat 2008)

0 yorum: