DERİNLİK SARHOŞLUĞU

Posted: 16 Haziran 2008 Pazartesi by bülent usta in
0

Evimin balkonunda oturmuş Nurdan Gürbilek’in ‘Mağdurun Dili’ adlı deneme kitabını okuyordum. Kitap, Metis’ten yeni çıktı. Gürbilek bu defa, “Kendini dışlananlara, horlananlara, haksızlığa uğrayanlara yakın hisseden bir edebiyatın imkânlarını, aynı zamanda sorunlarını”, “Dostoyevski’nin, Yusuf Atılgan’ın, Oğuz Atay’ın ve Cemil Meriç’in yapıtlarının ışığında” ele almış. ‘Mağdurun Dili’ni görünce, nedense aklıma Mehmed Uzun gelmişti. Belki de Mehmed Uzun’un bitiremediği yapıtı ‘Mağlupların Anlatısı’ adlı çalışması yüzünden. Mağdur ve mağlup...

Romancı John Fowles gibi, ben de sanatçı olmak için önce solcu olunması gerektiğini düşünürüm. Çünkü başkalarının acısını kendi acısı gibi hissedebilen sadece solculardır. Solcu olmayanlar, para için, Tanrı’ya ulaşmak için, milli ya da bireysel arzuları için sanatçı olurlarmış gibi gelir bana. Bu türden niyetlerle sanat yapmayı bir yanlış olarak nitelendirmek istemiyorum. Ama Fowles’un ‘Koleksiyoncu’ adlı romanında dile getirdiği bu düşünce, zihnimi epey meşgul etmişti bir zamanlar. Acaba diye düşünmüştüm, bir sanatçı için başkalarının acısını kendi acısı gibi hissetmek neden önemli olsun? Burada sanata ve edebiyata yüklenen anlamlar önem kazanıyor. Ayrıca, sadece sanata ve edebiyata değil, yaşama ve insana dair düşünceler de etkili bu tercihin oluşmasında. Ama solcu olup kötü romanlar yazanlar olduğu gibi, her ne kadar az da olsa sağcı olup iyi romanlar yazanlara da rastlanabiliyor.

Yani solcu olmak kendi başına yeterli değil. Ama sanatçı olmak da sadece sanatçının yaptığı sanatla kurduğu ilişkiden ibaret değil. Bir Kafka’yı, Dostoyevski’yi, olmadı Oğuz Atay’ı düşünelim. Bu yazarların insana, topluma, geleceğe dair kaygıları, meseleleri vardı. Üstelik bu kaygıları sadece edebiyattan ve sezgilerinden kaynaklanmıyordu; siyasetten tarihe kadar beslendikleri kaynakların ışığında yapıtlarını oluşturuyorlardı. Bu yüzden, bu tür kaygılarla hareket eden sanatçı ve edebiyatçılar, ister istemez, bireysel ya da toplumsal nedenlerle ‘Mağdurun Dili’ ile iletişime geçmek, hatta onu kurmak, o dile kendilerinden bir şeyler katmak durumunda kaldılar. Bu kişilerin aynı zamanda mağdur olma durumları da vardı bir yandan. Acaba kendi mağduriyetleri, bu dilin oluşmasında ne kadar etkili olmuştu ve yapıtlarına bunu nasıl yansıtmışlardı?

Gürbilek, elbette solculuk ya da sanatın bahsettiğim özellikleri üzerine kurmamış yapıtını. Oldukça zor bir konuyu, uzun yıllardır üzerinde çalıştığı yazarları referans alarak, derinlemesine soru ve tespitlerle edebiyatta ‘Mağdurun Dili’ni daha görünür bir hale getirmek için uğraşmış. Ele aldığı yazarların Dostoyevski ile derin bağları olması ve Dostoyevski’nin mağdurluğu bütün karmaşıklığıyla en çarpıcı bir biçimde anlatmış bir yazar olması da, kitabın sağlam bir temel üzerinden kurulmasını sağlamış. Ama asıl önemlisi, bu kitapta yer alan denemelerin, hem kendimin, hem de başkalarının mağduriyet ile ilişkisi ve yaşama yansıyışına dair bana sorular sordurtması ve bu soruları kitaplar aracılığıyla tartışmama vesile olmasıdır. Yani sadece edebiyatçılığımla etkileşime girmedi bu kitap. Zaten, edebiyatı sadece edebiyat olarak görmemek de gerek.

Kitabın içine gömülmüş, derin düşüncelere dalmışken, birden üç kulaklı bir kedi olan dostum İvam’ın sesini duyuyorum:
“Gece iki buçukta evlerden alırlardı. Kimsenin ruhu duymazdı o beyaz arabalara binerlerken, kucaklarda kitaplar. Nereye gittikleri, başlarına ne geleceği de meçhuldü. Ama binerlerdi o arabalara, gece iki buçuklarda. Onlar kadın, erkek ve çocuktular...” Saat gece iki buçuktu. İvam’ın bu sözleri neden sayıklar gibi söylediğini önce anlamamıştım. Zaten bir süredir ortalıkta da gözükmüyordu. Canının çok sıkkın olduğu belliydi. Bir şey mi olmuştu, yoksa kötü bir şeylerin olacağı haberini mi veriyordu?
“İvam, neler oldu? Niye bu kadar endişelisin?”
“İşkence üzerine yazılarıyla ünlü bir yazar var ya hani. Parmaklarının tümünün, avucu dahil mürekkebe batırılıp parmak izinin alındığını, emniyette 70’lere göre çok şeyin değiştiğini söylemiş. Uzun saçlı, küpeli polisleri de görünce daha bir sevinmiş.”
“Buna mı üzüldün?”

“Yok hayır. Beni düşündüren nokta, Umut Kitabevi’nin önünde bekleyenlerle Cumhuriyet gazetesi önünde bekleyenlerin, aynı şeyi mi farklı şeyleri mi bekledikleri? Bunu bir türlü anlamıyorum. Eğer beklenen insan haklarıysa, bu iki bekleme noktasının birleştirilmesi gerektiğini bilmiyorlar mı?”
“Bilmiyorlar İvam. Zehirli bir hava var siyaset dünyasında. Liberal ya da milliyetçi bir gaz bulutu altında, bir şeyleri doğru düşünmek ve yerli yerine oturtmak daha bir zorlaştı bugün. Laik-anti laik kutuplaşması, siyaseti sürekli olarak kilitliyor. Hatta siyaset yapmak, neredeyse bu anlama gelmeye başladı. Hangi gazeteyi açarsan aç, hangi köşe yazısını okursan oku, karşına hep kapatma davası, türban, derin devlet halleri çıkıyor. Belki de bu kutuplaşma, devletin derinlik sarhoşluğunun medya aracılığıyla yayılmasından ileri geliyordur. Belki bu sarhoşluk sayesinde, siyasetin gerçek kamplarının ve taraflarının karşı karşıya gelmesi engelleniyordur. Olamaz mı? Solu, boğmak için derinlere sürüklediler hep. Siyaset, eğer gerçek taraflarına teslim edilmez ve ortada oynanan bu karanlık iktidar oyunlarından ve hesaplaşmalarından arındırılmazsa, bu ülkeyi büyük tehlikelerin beklediği ortada.”

“Aklıma bugünlerde nedense hep Cumartesi Anneleri geliyor. Sanki o giden çocuklarıyla bir randevuları varmış gibi, birazdan onlar da yanlarına gelecekmiş gibi meydanlarda toplaştıklarını görürdüm. Ki onlar, çocuklarını aradıkları derinlikte kaybolmamak için birbirlerine tutunurlardı bir yandan. Çünkü birbirlerinden başka tutunacak bir şeyleri de yoktu. Birbirlerine tutundukça ve o meydanda çocuklarını bekledikçe, o derinliğin neye benzediğini daha iyi görüyorlardı, buna eminim. Keşke herkes, onların gördüğü o derinliği, onların yaşadığı acıyı yaşamadan görebilse... İşte o zaman, bugün tartışılan pek çok şey anlamını yitirecek.”
İvam’ın bu sözleriyle birlikte, şehir de yavaş yavaş aydınlanmaya başlamıştı.

Bülent Usta (Birgün, 26 Mart 2008)

0 yorum: